Latest update 18 Eylül 2024 - 10:15
15 Ara 2014 admin Köşe Yazarları 1
1979’da İran’da gerçekleşen devrimin ardından, Türkiye ile İran’ın birbirlerine olan bakış açıları ve yaklaşım tarzları büyük ölçüde değişti. Bir monarşi olmasına rağmen devrimden önceki şahlık idaresi bugünkü rejime nispetle Türkiye’nin laik cumhuriyet rejimiyle daha büyük benzerlikler gösteriyordu. Biri 1923’te Türk, diğeri ise 1925’te Fars milliyetçiliği üzerine kurulan bu iki rejimin birleştikleri nokta batıya öykünen modern bir toplum yaratmak hevesiydi. Hedeflerinde modernlik ve batılılaşma olan bu iki rejimin ideolojik bazda birbirleri için tehdit algısı oluşturmaları akla yakın bir ihtimal değildi.
Devrim iki ülkenin birbirlerine olan bakış açılarının değişmesinde bir milat oldu. İran’da devrimden sonra doğası itibarıyla Kemalist cumhuriyeti tasvip etmeyen muhalif karakterli bir rejimin kurulması ve ayrıca resmen ifade edilmese de, yeni yönetimin devrim ihracı gibi ayağı yere basmayan niyetlerinin olması bu algıyı değiştirdi. Algının değişmeye başlamasıyla birlikte, hükümetler nezdinde geçmişte olduğu gibi komşuluk ve ikili ilişkiler devam etse bile iki ülke rejiminin birbirlerine karşı tutum ve tavır alışları değişti. Medyanın İran’daki rejimi sürekli olarak gerilik, karanlık ve mollalıkla nitelemesi, bu ülkeye ilişkin zihnimizde irrasyonel bir algının oluşmasına ve İran gerçeğini sadece onun üzerinden değerlendirmemize yol açtı. Gerçekte İran’da da durum pek farklı değildi. Yönetim erkini elinde tutan mollaların gözündeki Türkiye de bir dârü’l-harpti.
Her iki ülkenin de birbirleriyle ilgili kanaat ve değerlendirmelerine hiçbir zaman realist bir üslup ve derinlik hâkim olmadı. Türkiye’nin gözündeki İran, kara tehlikenin merkezi, İran’ın gözündeki Türkiye ise puta tapıcıların memleketiydi. Korkulardan kaynaklanan bir reddediş psikolojisiyle satıh üstü değerlendirmeler yapıldı genellikle. Kendi rejimini kutsayan, diğerini ise kendisi için ölüme eşdeğer kabul eden bir anlayış seviyesi ve kifayetsizlik hâkim oldu yorumlara çoğu zaman. Rejimler açısından belki de doğruydu bu tavır alış. Zira her rejim mefhumu muhalifini kötüleyerek kitleler nezdindeki meşruiyetini sağlayabilirdi. Gerçekte bu durum Soğuk Savaş yıllarının mantığıyla da uyuşuyordu. Seksenli yılların başında bir antikomünist olan ABD Başkanı Reagan’da SSCB’yi “şeytanlıklar imparatorluğu” olarak nitelendiriyordu.
Bu yılın başlarında bir dost grubu ile birlikte İran’a gittik. Dokuz gün kaldığımız İran’da, önyargıları bir kenara bırakarak, duyduklarımızın ve okuduklarımızın yanına gördüklerimizi de ekleyerek, İran hakkında bir kanaat sahibi olmaya çalıştık.
Öncelikle malumun ilanı da olsa herkesin bildiğini tekrar edelim: İran’ın devrim yasaları kadınların sokakta başörtüsüz dolaşmasını kesin şekilde yasaklıyor. Kadınların sokak ortasında şarkı söyleyip, dans etmesi de yasak. Beyoğlu’ndan geçerken görmeye alışık olduğunuz manzaralara orada rastlayamazsınız. İran toplum polisinin görevi hanımların bu yasağa uyup, uymadıklarını denetlemek. Bu yasak İran vatandaşı olsun, olmasın sınırdan geçiş yapan bütün kadınları kapsıyor. Buna siyasetçi ve diplomatlar da dâhil. Tahran’da Gülistan Sarayı’nı gezerken aslen Tebrizli bir Türk olan tur rehberimiz Hüseyin Zamanoğlu tura katılan bayanları kast ederek, bana: “Hocam! Ablalara ben başörtüsü konusunda daha fazla bir şey diyemiyorum. Bir sefer de siz söyleseniz nasıl olur?” demiş ve her an toplum polisi tarafından rahatsız edilmekten duyduğu endişeyi yansıtmıştı.
Tabii her ülke, her kent ve hatta her insan gibi İran’ın da birden fazla yüzü var kesinlikle. Başörtüsü devrimden bu yana İran kadınının simgesi olsa da, herkes başını ve bedenini aynı şekilde örtmüyor. Bir yanda siyah çarşaflar içinde sıkı sıkıya örtünen hanımlar. Diğer yanda ise dünya markalarını yakından takip eden ve kullanan kadınlar ve gençler. Muhafazakârlar saçları tamamen kapatıyor, reformcular ise örtüyü bir aksesuar olarak kullanıyor. Saçlar önden dökülüyor. Burada başın üzerindeki örtü tesettüre değil, sadece şıklık ve zarafete hizmet ediyor. Ayrıca yasak sadece kadınlarla da ilgili değil. Erkeklere de ilişkin bir takım kısıtlamalar var. Mesela bir erkeğin şortla sokakta dolaşması yasak. Ambargoya, rejimin sahip olduğu rezervlere ve Humeyni’nin gençlere gösteriş ve fanteziden uzak yaşamayı tavsiye eden hayat reçetelerine rağmen, tüketim ekonomisinin çarkları arasında kimlik ve mutluluk arayan gençlik, marka peşinde koşuyor. Yasaklar, uyarılar, cezalar gençlerin özlemlerini bastıramıyor.
İran’da kadınlar kapalı olmalarına rağmen son derece bakımlı ve süslüler. Özellikle genç hanımlar yabancılarla konuşurken bile oldukça rahatlar. Kendilerini sınırlama ihtiyacı duymuyorlar. Daha ilk karşılaştıkları insandan bile çoğu kere tebessümü esirgemiyorlar. Alış veriş esnasında muhataplarıyla ziyadesiyle ilgileniyor ve nezakete riayet ediyorlar. Diğer bir özellikleri de yardımseverlik. Özellikle tahsil yapmış hanımlar da kendilerine duydukları özgüven hemen fark ediliyor. Sosyal hayatın içinde yer alan İran kadınının Türkiye’deki hemcinslerinden bir farkı yok. Gerçekte Türkiye’de yüksek tahsil yapmış, başını örtmek isteyen hanımlarla, İranlı kadının talebi ortak: Her ikisi de daha özgür olmak ve hayat kalitesini arttırmak istiyor. Kendi kimliğini koruyarak…
İran’ın gelişmiş bir sineması var. Uluslararası festivallerden ödülle dönen, hatta en iyi yabancı film Oscar’ına layık görülen bir sinema bu. Filmlerde sahne ağırlığı ve görsel efektler yok. Filmler konu ağırlığı ve kendisine has anlatım üslubuyla dikkat çekiyor. Sosyal hayata hâkim olan hassasiyetler tabiatıyla sinemaya da yansımış. Tıpkı sokakta olduğu gibi filmlerde de açık bir kadın göremezsiniz. Filmde bir kadın yatağa girerken bile başında örtüsü var. Televizyonda haberleri sunan spikerlerin içinde kadınlar da var. Tabii, onlar da yine aynı kayıtlara tabiler. İran devleti kadını sosyal hayattan dışlamıyor, fakat örtünmeyi şart koşuyor.
İran’daki ilginç yasaklardan birisi de müziğe getirilen kısıtlamalar. Rock tarzı müzik tamamen yasak. Klasik müzik ve halk müziği ise serbest. Kadın meselesi yine burada da karşınıza çıkıyor. Zira kadınların solo şarkı söylemesi yasak. Ancak erkek şarkıcılardan solist olabiliyor. Nitekim Tahran’dan ayrıldığımız akşam gittiğimiz bir lokantada canlı müzik eşliğinde yemek yerken bu durumu bizzat müşahede ettik. Burada daha fazla dikkatimizi çeken bir husus ise oraya yemek yemeye ve eğlenmeye gelen insanların neşesiydi. Kadınlı erkekli gruplar şarkıyı erkek soliste eşlik ederek söylüyor ve adeta gönüllü vokalistlik yapıyorlardı. Şarkıyı söylerken kendilerinden geçip, mest oluyorlardı. İmamların ve imamzadelerin türbelerindeki yas havası orada yoktu. Toplumun tamamı Kerbelâ’ya gönderme yapan bir matem kültürü içinde yaşamıyordu. Eğlenmesini de biliyorlardı.
Facebook, twitter gibi sosyal paylaşım sitelerine de serbestçe girilemiyor. Zira sosyal ağlara erişimi engelleyen filtreler devrede. Buna rağmen İran halkı sosyal medyaya uzak değil. Çoğu insan, özellikle de gençler şifre kırıcılar vasıtasıyla deliyor bu yasağı. İşin ilginç olan yanı ise, erişimi sağlayan şifre kırıcıların çoğu İsrail’den gelip, kaçak olarak sokuluyor İran’a. İletişim sınır ve kural tanımıyor.
Bugün yaşı kırkın altında olanlar şahlık rejimini hatırlamıyorlar bile. Genç kuşak yetmişli yılların sosyoekonomik bunalımlarına ve buna karşılık Şahın ve avenesinin yaşadığı debdebeli hayata birebir şahit olmamış. Bildikleri, okuduklarından ve duyduklarından ibaret. Hâlbuki bugünkü rejimin hayatlarına getirdiği kısıtlamalar ise, bizzat yüzleşmek zorunda oldukları bir realite. O yüzden de İran’ın geçmişinden değil de, bugününden rahatsız ve şikâyetçiler.
İran katı kurallara ve devlet erkini elinde tutan mollaların diş bilemesine rağmen yasakların delindiği bir ülke manzarası arz ediyor. Tahran’da toplu halde kılınan cuma namazlarında zaman zaman kadınların tesettüre gerektiği şekilde uymadıklarından ve daha kapalı giyinmeleri gerektiğinden de bahsediliyor. Siyasi iktidar, kuralların gevşetildiğini gördüğünde bazen topluma ayar vermek ihtiyacını hissediyor ve o zaman da toplumsal yasaklar sıkılaştırılıyor. Hicapla ilgili kanun yürürlükten kalktığı anda milyonlarca kadının bir gün içinde başını açacağına hiç şüphe yok. Bugün İran devletine hâkim olan zihniyet bu izni vermez. Fakat cebir ve kanunla yola devam etmenin de mümkün olamayacağını görüyor. Çünkü yasaklar gövde gösterisi yaparcasına olmasa da, yarı açık, yarı gizli deliniyor. Uzun sözün kısası, yırtık artık dikiş tutmuyor. Soğuk Savaş şartlarında halkın özgürlük alanını yasaklarla daraltmış olan yönetim haberleşmenin sınır tanımadığı yenidünya şartlarında zorlanıyor ve kesin bir çözüm bulamıyor.
Başörtüsü ve tesettürle ilgili uygulama ve yasaklar zaman içinde tedricen yumuşamış. Hükümetin konuyla ilgili açıklamalarında da görülüyor aynı durum. Humeyni’nin sağlığında ve ölümünden sonra geçen sekiz yıl boyunca tesettürü en ufak bir ihlâl teşebbüsü bile ağır bir şekilde cezalandırılırken, bugün Ruhani Hükümeti Tahran sokaklarında “başörtüsü ve ahlâk uyarısı” yapacağını duyuran Ensar-i Hizbullah Grubu’nu uyarıyor. Öfke ve baskıyla neticeye varılacağını düşünenlerin yanıldıklarını, kadınlara saygıyla davranılması gerektiğini ekliyor. İran’daki değişim ister dışarıdan, ister içeriden olsun rahatlıkla gözlenebiliyor.
1997’de cumhurbaşkanı olan reform yanlısı Muhammed Hatemi bu göreve halkın % 69’unun oyunu alarak gelmiş. 2001’de ikinci kez seçildiğinde ise halkın % 77’sinin desteğini almış. Yani, halkın çoğunluğu değişimden yana. Hatemi çok liberal olduğu gerekçesiyle muhafazakârlar tarafından sevilmeyen bir tip. İşbaşına gelmesiyle birlikte kadın tesettürüyle ilgili kurallar hafiflemiş. 2013’te % 52 oy alarak seçilen bugünkü cumhurbaşkanı Ruhani de kitlelere Batı’ya açılma ve İran’ı şeffaflaştırma sözü vererek koltuğuna oturmuş.
Reformcu kimlikleri ile öne çıkan ve kitlelere değişim sözü veren her iki şahıs da üniversite eğitiminden önce İran’ın dini eğitim merkezi olan Kum’da kalmış ve klasik medrese eğitimi alarak yetişmişlerdir. Değişimden yana olan kimliklerine rağmen her ikisi de, bugün İran’ı perde arkasından yöneten o mutaassıp zihniyete uzak olmayan, en azından onu yakından tanıyan kişilerdir.
Başörtüsü ve diğer konulardaki liberal açılımlar, mollalara rağmen, onları devre dışı bırakarak ulaşılan bir netice olmayıp, bu gerçekte rejimin kendisini koruma refleksidir. Kitlelerin taleplerine Şah gibi uzun süre kayıtsız kalmanın bedelinin ne olduğunu yakın tarihte bizzat görmüş olan devrim bağnazı zihniyet kerhen de olsa halkın özgürlük alanını genişletmeyi tercih etmiştir. Rejim halkın hoşnutsuzluğunu daha fazla taşıyamayacağını düşünmektedir. Hatemi’ den beri İran’da yaşanan gelişmeler, rejimin kendisini koruma içgüdüsünün, kırmızıçizgilerine karşı beslediği hassasiyetten daha ağır bastığını gösteriyor.
Uzun yıllar boyunca bu ülkede hep “Türkiye İran olur mu?” endişesi yaşanmıştır. Hâlbuki dünyadaki eğilimlere ve sosyolojik gerçeklere bakıldığında sorulması gereken “İran Türkiye olur mu?” sorusudur.
İran’ın Türkiye olma potansiyeli Türkiye’nin İran olma potansiyelinden çok fazladır. Hele İran’a gidip de bu gerçeği görmemek, imkânsızdır. Türkiye geçmişinde hiç İran gibi olmamış, fakat İran geçmişinde Türkiye’ye benzeyen dönemler yaşamıştır. 1925’ten 1979’a kadar geçen şahlık idaresinin Türkiye’nin laik, cumhuriyetçi düzeninden sosyal anlamda pek bir farkı yoktur. Modernleşme projesi çerçevesinde atılan adımların ve hayata geçirilen reformların keskinliği açısından ise, İran Türkiye’nin önündedir. Kemal Atatürk’ün reformları içinde kadın kıyafetine ilişkin bir devrim olmamasına rağmen, İran’da Rıza Şah kara çarşafı yasaklamıştır. İran’da bu durum çok ciddi bir muhalefete sebep olmuş, hatta birçok kadın yasak kalkıp, Şah’ın yerine geçen oğlunun kara çarşafı serbest bıraktığı güne kadar evinden dışarıya çıkmamıştır. İran’ı sadece bugünüyle değil, yakın tarihinde yaşadığı modernleşme tecrübesiyle de birlikte değerlendirmek gerekmektedir.
Ülkemizin yakın siyasi geçmişinde belli çevreler tarafından sık sık tekrarlanan “Türkiye İran olmayacak” söylemi gerçekte böyle bir tehlikenin varit olmasından değil, rejimin kendisini tahkim etme gayretinden doğmuştur. Laik, demokratik aydınlar tarafından İran ortaçağ karanlığının yaşandığı bir ülke olarak lanse edilmiş ve Türkiye’nin de her an ayağının kayıp, İran gibi olma ihtimalinin bulunduğu yaygarası koparılmıştır. Türkiye’de rejim, kitlelerin şuuraltında sosyolojik gerçekliği olmayan suni bir tehdit algısı oluşturarak, mevzi kazanmak istemiş ve bu yolla toplum nezdindeki meşruiyetini korumaya çalışmıştır.
Geçtiğimiz günlerde uzun bir süreden beri görüşemediğim din bilgisi öğretmeni olan bir arkadaşımla yolda karşılaştık. Yanında eşi de vardı. Dikkatimi çeken husus yakın zamana kadar başı kapalı olan eşinin uzun bir vicdani muhasebe döneminden sonra karar değiştirerek başını açmış olmasıydı. Geçmişte bir Kûr’ân meâli de hazırlamış olan arkadaşım konuyu bana anlatırken eşinin kendi iradesiyle verdiği bu kararı anlayışla karşılayan bir tavır sergiliyordu.
Başörtüsünün problem olmaktan çıktığı muhafazakâr bir iktidar döneminde böyle bir örneğin yaşanmış olması hem dikkat çekici hem de Türkiye’de yaşanan sürecin normalleşmekte olduğunun göstergesidir. Başörtüsü kullanan kadınları edilgen, onların kocalarını da baskıcı ve buyurgan olarak niteleyen ve hepsini bir torbanın içine koyarak değerlendiren şartlanmış kafanın iflasıdır bu. Türkiye’de toplumun talebi daha fazla kişisel özgürlüktür. Yoksa kitleler siyasal İslam’ı hayata geçirmek yolunda gönüllü nefer olmak niyetinde değillerdir.
Bugün “Türkiye İran olur mu?” diye kara kara düşünmenin hiçbir mantıksal temeli yoktur. Zira bugünkü İran devrim ihraç etmenin gayreti içinde değil, kendi insanını rejimine ısındıramamanın çıkmazı içindedir. Kitleler hiçbir zaman baskı altında yaşamayı tercih etmemişler, kendilerine tanınan özgürlük alanının daraltılmasına da razı olmamışlardır. Hayat tarzlarına yönelik icbarlarsa, insanları daima kendilerini yönetenlerden soğutmuştur. O itibarla daha kendi vatandaşını kazanamamış baskıcı rejimler, liberal rejimler için bir tehdit unsuru olamaz. Tam aksine özgürlükçü yapılarıyla liberal rejimler baskıcı rejimler için bir tehdittir. Bugün Türkiye’deki siyasi ortam, İran’ın rejimine nispetle çok daha özgürlükçüdür. O sebeple İran Türkiye için değil, Türkiye İran için bir tehdittir. Muhafazakâr ve mütedeyyin kitlenin kahir ekseriyetinde ise ne yönetim modeli, ne de kültür ve yaşam tarzı olarak, İran’ı örnek alan bir tutum ve yaklaşım yoktur.
Yanı başımızda halkı özgürlük arayışı içinde olan bir İran gerçeği vardır. Bu gerçeği kavramak en başta entelektüelimizin görevidir. Şartlanmışlıklardan arınıp, önyargılardan kurtulmak, İran’ı anlamanın ilk aşaması ve en temel şartıdır.
18 Eyl 2024 0
03 Eyl 2024 0
03 Eyl 2024 0
03 Eyl 2024 0
AK Parti İzmit İlçe Başkanı Halil Güngör Dokuzlar, Milli İrade Meydanını eleştiren İYİ Parti İzmit İlçe Başkanı Halim Tamyüksel’e cevap […]
Ülkenin çökmüş sendikacılığının içinden doğan ve kurtarıcı gözüyle bakılan sendikası Hürriyetçi Eğitim Sen ülkenin kanayan yaralarına merhem olmaya devam ederken […]
İnegöl’de çok daha riskli bölgeler öylece dururken, Devlet Hastanesi karşısındaki merkezi bölgedeki konutların bulunduğu alanın apar topar kentsel dönüşüm uygulama […]
15 Haziran 1928’de Atatürk ile görüşen Gerard Vissering’in uzun çalışmalar sonucunda hazırladığı rapor ve tüzük yüz yıla yakın bir zaman […]
İYİ Parti Bursa Milletvekili Selçuk Türkoğlu, inşaat çalışmaları tamamen duran Ali Osman Sönmez Çekirge Devlet Hastanesi sorununu Meclis gündemine taşıdı. […]
Ağustos’taki Vatan Hilmi Özden Ağustos ayı; şanlı tarihimize zaferler ayı olarak geçmiştir. Müslüman Türk Milleti 26 Ağustos 1071 yılında Malazgirt […]
TBMM Sağlık Komisyonu Üyesi CHP Kocaeli Milletvekili Prof. Dr. Mühip Kanko, Türkiye’de sağlık politikalarındaki geri adımları ve yanlış kararları […]
Sabit ve dar gelirli vatandaşlar için TOKİ aracılığı ile uygun ödeme koşullarıyla yapılacağı sözü verilen 100 bin konutluk projedeki binlerce […]
Niyet başka akıbet başka! Prof. Dr. Ata Atun Yunanları ve Rumları, aile yapıları, kültürleri, inanışları, eğitimleri, mizahları, kafa yapıları, […]
“Barış için genel af şart” Milliyetçi Sol Parti (MİLLİ SOL) Genel Başkanı gazeteci Hüseyin Alpay, Türkiye’deki cezaevlerinin toplam kapasitesinin 250 […]
Bu yazı da başlığı iyi okumak lazım! Medyanın Ülke üzerinde yaptığı etkiyi bir kez daha gördük. Yazarın Kaleme aldığı konu ile Yazı Başlığı arasında bile çatışma oluşmakta. Bu sebepten dolayı bile Tarihin arka odası denen bölgede bu konunun özenle ele alınıp Yazarın Türkiye Kamuoyu önünde hassasiyetle geleceğe fayda sağlayacağını düşündüğüm bu önemli tahlilin sunumu yapılması gerektiği kanaatindeyim.Yazarın Önceki yazılarını da incelediğimiz de Eğitimin ve eğitimden neden korkulduğunun şifrelerini de çözmek daha kolay olacağı ağır basıyor.Bakınız buradaki tahlil ile” Türkiye’de yüksek tahsil yapmış, başını örtmek isteyen hanımlarla, İranlı kadının talebi ortak: Her ikisi de daha özgür olmak ve hayat kalitesini arttırmak istiyor. Kendi kimliğini koruyarak…!” ”Geçtiğimiz günlerde uzun bir süreden beri görüşemediğim din bilgisi öğretmeni olan bir arkadaşımla yolda karşılaştık. Yanında eşi de vardı. Dikkatimi çeken husus yakın zamana kadar başı kapalı olan eşinin uzun bir vicdani muhasebe döneminden sonra karar değiştirerek başını açmış olmasıydı. Geçmişte bir Kûr’ân meâli de hazırlamış olan arkadaşım konuyu bana anlatırken eşinin kendi iradesiyle verdiği bu kararı anlayışla karşılayan bir tavır sergiliyordu.” yaşanmış iki hadisenin getirdiği sonuç ;Biz mi İran’dan korkmalıyız?,İran mı bizden korkmalı _? Bu sorulara en güzel cevabı Baskı altında hiç bir zaman yaşamayı kabul etmeyen insanoğlu ve sanıyorum yine Hakiki ilim ve Bilim verecektir.Yazarın kaleme aldığı bu toplumsal mesele için defalarca kez teşekkür ediyor Kamuoyu önünde Saygılarımı Hürmetlerimi sunuyorum.