Latest update 3 Eylül 2024 - 21:15
24 Kas 2014 admin Köşe Yazarları 2
Çok değil… Belki üç dört sene kadar önce… Televizyonda hararetli bir tartışma programı… Programın katılımcıları arasında gazeteci ve hukukçu kimliğiyle müştehir bir köşe yazarı ile milletvekili olan bir hanımefendi de var. Tartışılan konu bazı üst düzey devlet görevlilerinin eşlerinin başörtülü olması. Sayın milletvekili cumhurbaşkanı ve başbakanın hanımlarının eşleriyle birlikte yurt dışı gezilerine katıldıklarını, o sıfatla Türkiye’yi harice karşı temsil görevlerinin bulunduğunu ve başın üzerindeki örtüyle gerçekleşen bu temsilin Türkiye’nin dış dünyadaki imajına zarar verdiğini söylüyor. Kelimenin tam anlamıyla bir eziklik ve aşağılık kompleksi örneği…
O hanım milletvekili tarafından ortaya konulan bu tavır gerçekte hiç de yabancısı olmadığımız bir psikolojinin yansıması. Şabloncu aydınımızın klasik refleksi. Çağdaşlığı kılık kıyafete indirgeyen ve onu da belli bir formata hapseden düz mantık. Ne zaman öze, yerliliğe, milliliğe atıfta bulunulsa, bunu çağdışı ilan eden ve bu konuda en ufak bir empati rezervine dahi sahip olmayan tahammülsüz benlik. Farklılığı zenginlik olarak görmeyen ve hayata rölatif bir nazarla bakmayı reddeden bu halin sahibine ödettiği bedel ise düşünce fukaralığı ve derinlikten mahrumiyet.
Yukarıda şahsiyet kodlarını vermeye çalıştığımız bu aydının fikri seviyesi ise, ancak miting meydanlarında havaya kaldırılan bir pankartın üzerinde yazan slogan mesabesindedir. Çünkü o hep sloganlarla konuşur. Kendisini onlarla ifade eder. Onun anlamaya ve analiz etmeye ihtiyacı yoktur. Fikrin ve icraatın halkın faydasına olup, olmadığına ise hiç bakmaz. Onun için her şeyden önce fikrin menşei önemlidir. Bir görüş, fikir veya toplumsal hareket Kemalizm’in kaşesini taşımıyorsa eğer, hele bir de yerlilik, millilik ve İslami nispete sahipse şayet, hemen reddeder onu. Üzerinde düşünmeye dahi ihtiyaç hissetmeden. Yıllar önce cumhuriyeti kuran irade herkes için yeterince düşünmüş, en idealini hazırlamış ve servis edilmek üzere onun önüne koymuştur çünkü. Onun görevi, bu fikirleri dövize çevirip, yerli yersiz papağan gibi tekrarlayarak, yeni yetişen nesillere sorgusuz, sualsiz empoze etmektir. Bu haliyle o, düşünce sistematiğine sahip, özgün fikirler üreten bir fikir adamına değil de, inancını yayma gayreti içinde olan bir misyonere benzemektedir. Bunu yadırgamamak da gerekir aslında. Zira inandığı ilkeler onun için bir fikir olmaktan çıkıp, bir tabu haline dönüşmüştür çoktan. İzinden gittiğini söylediği şahıs onun için bir lider olmaktan çıkarak, bir fetiş haline gelmiştir. Onun cevval bir zekâsı ve yeni fikirler üreten bir zihni potansiyeli yoktur. Bir münazara esnasında yaptığı tek iş, temel referanslarını resmigeçit halinde sıralamaktan ibarettir. Diyalogların değil, monologların adamıdır o.
Bu aydın tipi öncelikle kendisiyle barışık değildir. Hitap ettiği kitlenin değerleriyle sürekli çatışma halindedir. O değerleri hiçbir zaman benimseyip, kendine mal edememiştir. İç âleminde denge kuramadığı için de huzursuz ve son derece agresiftir. Aykırı bir ses karşısında kınından çıkıp, “Savulun!” demeye hazır bilenmiş bir kılıç gibidir. Güya fikir özgürlüğünden yanadır ama gerçekte kendi paradigması dışındaki alternatif bir fikri boğmak üzere her an pusuda beklemektedir. Milletin mukaddeslerine ait en ufak bir iz ve emareyi bile kendisine yakıştıramadığı için, üzerinde göremeyeceğiniz bu devşirilmiş aydın portresi her şeyiyle buram buram tercüme kokmaktadır. Batıyı beşeriyetin zirvesi ve çağdaşlığın kıblesi olarak bilen ve ışığı görebilmek için bakışlarını daima o yöne çeviren bu kör idrak, problemlerimizi çözmekte değil, ancak onların üzerine tuz basmakta mahirdir. Bu haliyle o, “Fazla düşünmenize gerek yok! Sizin için en iyisini ben bilirim” diyen aydın despotizminin temsilcisidir.
Hayata sadece alafrangalığın merceğinden bakan bu acımasız, görgüsüz ve jakoben tavır hitap ettiği kitleyi daha henüz rüştünü ispat edememiş bir çocuk gibi algılamaktadır. O itibarla da onun üzerinde her türlü tasarrufta bulunmayı kendisi için mubah görmektedir. Adeta henüz reşit olamamış kalabalıkların haklarında karar vermeye yetkili vasisi gibi görür kendisini. Ruhi ve fikri açıdan çocuk seviyesini aşamamış keyfiyetten mahrum bu aydın tipi, gerçekte milletin fersah fersah gerisindedir her şeyiyle…
Toplumu küçük görme tavrı o kadar baskındır ki, halkın içinden çıkan bir lider veya siyaset adamı ona göre halktan birisi gibi davranmamalı ve halkla arasına mesafe koymalıdır. Eski alışkanlıklarını bırakmalı, oturup kalkmasından, sofra adabına varıncaya kadar her şeyini değiştirmelidir. Mazi ile tüm alışverişini kesmeli, kendisini yeniden formatlayıp, bambaşka bir âdem suretine bürünmelidir. Şahsiyetsizliği göze alıp, elbise değiştirir gibi şahsiyet değiştirmelidir. Ona göre, bir devlet adamı misafiri olduğu aile ile birlikte iptidai(!) bir tarzda yer sofrasına oturup, bağdaş kurarak bile yemek yiyemez. Hele bir de vals bilmiyor, dans edemiyorsa eğer, devlet yönetmenin asgari şartlarından bile habersiz(!) demektir.
Bu zevatın üzerine titrediği bir husus da Atatürkçülüğüdür. Fakat bu aydın tipi Mustafa Kemal’i de anlamış ve özümsemiş değildir kesinlikle. Adına izafe edilen ideolojiyi sahip olduğu aristokratik imtiyazların bir garantisi olarak mı görmektedir, yoksa gerçekten seviyor mudur, bilinmez. Fakat seviyorsa bile anlamadan sevdiği aşikârdır. 1913’te genç bir Avrupa devleti olan Bulgaristan’da görevli iken bir Osmanlı diplomatı sıfatıyla katıldığı maskeli baloya Yeniçeri kostümüyle giden Mustafa Kemal portresinin yanında bu aydın tipi ne kadar zavallı, sevimsiz ve gayrı millidir.
Bu zihniyet, Mustafa Kemal’i liderliğinin yanında janti mizacı, teşrifata olan dikkati ve centilmen bir salon adamı imajıyla da gönlüne koymuştur. Gerçekte ise bu hayranlık duygusu, köksüz, temelsiz ve tenakuz içerisindeki bir idrak ediş zaviyesinden beslenmektedir. Mustafa Kemal’i her şeyiyle kabul eden bu zihniyet, onu yetiştiren medeniyet mirasını ve kültür muhitini ise, nedense her şeyiyle reddetmektedir. Cumhurbaşkanı olduğu tarihe kadarki ömrü Osmanlı’nın eğitim, idare ve siyaset mahfillerinde geçmiş bu zât devlete ve millete baş olmanın hazırlık stajını imparatorluğun ananevi müesseselerinde itmam eylemiştir. Sahip olduğu özellikleri o dünyanın içinde, kendi meşrep ve mizacına uygunlukla iktisap etmiştir. Yetiştiği muhit dikkate alındığında o, bir Osmanlı senyörüdür. Hiçbir beşer yerden biten bir hüdai nâbit değildir ki, Osmanlı’yı yok sayarak, Mustafa Kemal’i var edelim. Reddi miras güdüsüyle hareket eden bu kifayetsiz ve art niyetli nazar, Mustafa Kemal’in bir Osmanlı bürokratı olduğunu dahi teslim etmekten acizdir.
Gelenek ile modernlik arasında bir denge kuramamış, almış olduğu batılı eğitim ile kimliğindeki şarklılığı birbiriyle çatışmayan uyumlu bir terkibe kavuşturamamış, batı karşısındaki aşağılık duygusunu bir türlü yenememiş, benliğini vampir gibi kemiren bu sinsi düşmanı alt edebilmek için ona benzemekten başka çare olmadığını düşünecek kadar kendisini alternatifsiz ve yalnız hisseden ve bu yüzden de varlığını borçlu olduğu toplumla ikbal yıldızı bir türlü barışmayan bu bezirgân ve kopyacı aydın tipi sosyal çalkantılarımızın ve aydın ile halk arasındaki derin uçurumun bir numaralı müsebbibidir. Hayatından hikmeti ve metafiziği kovduğu için pozitivizmi tek gerçek hakikat zannetmek gafletine düşmüştür. Tek kanatla uçma sevdasındaki bu aydın(!) her seferinde yere çakılmaktadır ama buna rağmen ezberlerinden de vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yoktur. Vaktinde edilmiş ilkokul yeminine bir tür sadakat tavrıdır bu. Zihnini kelepçeleyen ideoloji prangasından dolayı kendisini güncelleyememiş ve bu haliyle çağdaşlık iddia ederken, çağının çok gerisinde kalmış, adeta fikri seviyesi itibarıyla çocukluktan dahi kurtulup, buluğ çağını bile idrak edememiş içtimai bir hilkat garibesidir o!
Artık başımızda bu aziz milletin değerlerini sırtında bir kambur olarak gören idareciler istemiyoruz. 28 Şubat sürecinde konser salonundaki kalabalığa dönerek senfoni orkestrasının çalmakta olduğu Beethoven’in 9. Senfonisini eliyle gösterip, “İşte Çağdaş Türkiye!” diyen idareciler artık bu saatten sonra bu milletin ne derdinin devası, ne de gönlünün şifası olabilirler.
Çağdaş sanatlarda ileriye gitmiş, bale ve operada zirveye çıkmış olmasına rağmen, insanına korku, umutsuzluk ve sefaletten başka bir şey verememiş ve bu yüzden de çağdaşlığın gerçek kriterlerini yakalayamamış bir ülke örneği de yıllar boyu komünizmin pençesinde kıvranan Sovyet Rusya idi. 1990 öncesi Rusya’sı tam bir kültür ve sanat ülkesiydi. Rahmaninov’dan Çaykovski’ye, Borodin’den, Korsakov’a kadar dünyanın en meşhur opera ve senfoni yazarları bu ülkeden çıkmıştı. Çağdaş sanatlar, özellikle opera ve bale oldukça gelişmişti. Fakat yetmiş seneden beri bütün ekonomik faaliyetleri tek elde toplayan merkezi planlamanın çarkları altında ezilen bu ülke insanının midesi zil çalmaktaydı. Uçsuz bucaksız topraklara ve sınırsız kaynaklara rağmen yıllarca çağdışı bir ekonomik sistemin silindiri altında ezilen Rus halkı, ancak köhnemiş Sovyet mantığını devreden çıkardıktan sonra suni solunumdan kurtulup, rahat bir nefes alabildi. Emsalsiz zenginliklere sahip olan bir ülke yıllarca çağdışı olan bir ekonomik sistemin ilkelliği altında ezildi. Çağdaş sanatlardaki hüner ve üstünlüğü onu hür ve müreffeh bir ülke olarak yaşatmaya yetmedi. Doksanlı yıllarda vatandaşı akşam vakti sıraya girip, mahalle çeşmesinden evine kovayla su taşımaya mahkûm eden İstanbul’da belediye başkanlığı yapmış olan bir siyasetçi de gayet güzel vals yapıyordu ama onun döneminde İstanbul’da yaşayanlar hayatlarından bezmişti.
Çağdaşlık bir medeniyetin hayat üslubunu ithal edip, zevk ve eğlence kültürünü kutsayarak sahip olunabilecek bir nitelik değildir. Ne Beethoven’in 9.senfonisine giderek çağdaş olabilirsiniz, ne de Dede Efendi’nin Ferahfeza ayinini dinleyerek…
Çağdaşlık en kısa ve net tarifiyle hayata rasyonel bir gözlükle bakabilme sanatıdır. Paradigmaya köle olmaktan kurtulmuş hür tefekkürün bilim ve aklıselimin pusulasında meseleleri teşhis ve tefrik edebilme imtiyazıdır. Aileden millete uzanan silsile içinde en küçüğünden en büyüğüne kadar insanları ve kurumları başarılı bir şekilde sevk ve idare edebilme vasfına haiz olmaktır. Bir insan bunları ne ölçüde başarabiliyorsa, o ölçüde çağdaştır.
Aydınımızın gerçek kamburu varlığını medyun olduğu Türk halkı değil, batı karşısında benliğini teslim alan aşağılık duygusudur. Dimağına bir kene gibi yapışan şartlanmışlıklarıdır. Tekrarlamaya alıştığı ezberleri ezeli ve ebedi bir hakikatmişçesine benimsemek gafletine düşmüş olmasıdır. Kalıplara iman etmiş zihniyet dünyasıdır. Asıl bu defolarla hüküm sürmeye alışmış olan aydın, bu milletin sırtına vurulmuş bir kamburdur.
Oligarşinin önünde mazisini unutup, “İşte çağdaş Türkiye” diye tempo tutanların bir zamanlar yola çarıkla çıktığını bu millet unutmamıştır da, çağdaşlığı monşer olmaktan ibaret zanneden nurdan mahrum aydın müsveddeleri acaba kavramı ancak istihza ile bakılan komik bir derekeye düşürmüş bu hezeyanların ilelebet bu millet tarafından yutulacağına inanmış mıdır? Heyhat…
Aydınımızın artık uzun kış uykusundan uyanması ve komplekslerinden arınması gerekiyor. Halkımız önce kendisiyle, daha sonra da sahip olduğu imtiyazları kendisine bağışlayan kitleyle barışık bir aydın profili görmek arzusundadır bundan böyle. Zira artık bu ülkenin ne yeni bir 28 Şubat sendromu yaşamaya ve ne de yeni bir Süleyman Demirel klasiği seyretmeye tahammülü yoktur.
03 Eyl 2024 0
03 Eyl 2024 0
03 Eyl 2024 0
01 Eyl 2024 0
Ülkenin çökmüş sendikacılığının içinden doğan ve kurtarıcı gözüyle bakılan sendikası Hürriyetçi Eğitim Sen ülkenin kanayan yaralarına merhem olmaya devam ederken […]
İnegöl’de çok daha riskli bölgeler öylece dururken, Devlet Hastanesi karşısındaki merkezi bölgedeki konutların bulunduğu alanın apar topar kentsel dönüşüm uygulama […]
15 Haziran 1928’de Atatürk ile görüşen Gerard Vissering’in uzun çalışmalar sonucunda hazırladığı rapor ve tüzük yüz yıla yakın bir zaman […]
İYİ Parti Bursa Milletvekili Selçuk Türkoğlu, inşaat çalışmaları tamamen duran Ali Osman Sönmez Çekirge Devlet Hastanesi sorununu Meclis gündemine taşıdı. […]
Ağustos’taki Vatan Hilmi Özden Ağustos ayı; şanlı tarihimize zaferler ayı olarak geçmiştir. Müslüman Türk Milleti 26 Ağustos 1071 yılında Malazgirt […]
TBMM Sağlık Komisyonu Üyesi CHP Kocaeli Milletvekili Prof. Dr. Mühip Kanko, Türkiye’de sağlık politikalarındaki geri adımları ve yanlış kararları […]
Sabit ve dar gelirli vatandaşlar için TOKİ aracılığı ile uygun ödeme koşullarıyla yapılacağı sözü verilen 100 bin konutluk projedeki binlerce […]
Niyet başka akıbet başka! Prof. Dr. Ata Atun Yunanları ve Rumları, aile yapıları, kültürleri, inanışları, eğitimleri, mizahları, kafa yapıları, […]
“Barış için genel af şart” Milliyetçi Sol Parti (MİLLİ SOL) Genel Başkanı gazeteci Hüseyin Alpay, Türkiye’deki cezaevlerinin toplam kapasitesinin 250 […]
“Enflasyonu düşürme bahanesiyle asgari ücretliye ve emekliye hakkını vermeyen AKP hükümeti, yap-işlet-devret modeliyle inşa edilen köprü ve otoyollara sürekli zam […]
Yüreğinize, kaleminize sağlık Haldun Bey. Çağdaşlığı, medeni olmayı kılık kıyafete, opera dinleyip, bale izlemeye indirgemenin güdüklüğünü, yetersizliğini ve bu insanlara aydın! diye hitabedilmesini hiç bir zaman anlamadım. Bunu hep Türkiye’yi geri bırakan bir sebep olarak gördüm… Bir kere Batı san’atının temelinde Antik Yunan geleneği temel alınır, yani Yunan rhetori sinin çıkışına esas olan duygular; aldatma, kandırma, kıskançlık, sahip olma gibi dünyevi ve de nefsani duygular hakimdir. Oysa bizim kültürümüzün özünde Koca Yunuslar, Hoca Ahmed Yeseviler gibi edep, iman ve aşık motifleri vardır. Bakınız san’at eserlerimize, motiflerimize… karşımıza vahdet çıkar bir sürü kesret içinde, hat san’atında, minyaturünde, ebrusunda, bir ney sesinde… yüce duygular uyandırır içimizde bir Dede Efendi’nin Ey Bûti Nev Eda’sı, Hacı Arif Bey’in Sultaniyegah Saz Semaisi… Zannetmiyorum ki çevrildiği halde bir Batılı Olmaz İlaç Sine-î Sad-pâreme’yi tam olarak anlasın… Yani Batı’nın aklı bizi, gerçek bizi anlamaya yetmez, ruh gerekir… Batılı gibi olup da anlamamak ta gayet normal oluyor bu halde… ama taklitler bir yere kadar, bir yerden sonra üzerine büyük gelen elbise gibi düşüyor… aynen yazınızda çok net olarak anlattığınız gibi… Vesselam…
Bugün okumuş olduğum satırlar yazınızı anımsattı Haldun Bey, paylaşıyorum: “Bir memlekette en tehlikeli davranış, münevverlerin cehâletidir. Aydın sınıfı, fikir dalâleti içine düşüp karanlıkta kalmış cemiyetlerin âkıbetleri, tamâmen câhil kalmış cemiyetlerin âkıbetinden belki daha tehlikelidir.
Büyük kütleyi okutup yazdırmak politikasını, gösteriş olarak ele almayı bırakmamız lâzımdır. Eğer cemiyete, yükseltici millî benlik ve şuur, seviyeli ve kaliteli bir kültür veeceksek ne âlâ… Aksi halde ot yiyenin önüne et, et yiyenin önüne ot koymakta devam etmek, Türk milletini madde planında da mânâ planında da iflâsa götürmek demektir.” Sâmiha Ayverdi.