Latest update 19 Mayıs 2024 - 15:45
27 Ara 2014 admin Köşe Yazarları 3
Türkiye gündemine bir anda oturan Osmanlı Türkçesi dersleri üzerine yazılanlara bir dilci olarak naçizane aktarımlar ile merhabalar herkese…
Dil, canlı bir organizmadır. Yaşaması, gelişmesi ve ayakta kalabilmesi için özen isteyen, sahip çıkılması gereken bir kavramdır. Diller ancak sahiplenildikleri, kullanıldıkları ve geliştirildikleri müddetçe yaşarlar.
Dil bahsine girerken her şeyden önce onun bir kültür olduğu gerçeğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Bir milletin kendisini ifade aracıdır o. Toplum acılarını, sevinçlerini, kaygılarını ve her şeyini onunla ifade eder. Kişinin ana diline olan hâkimiyeti ailesi, aldığı eğitim, çevre ve diğer sosyal faktörlere göre değişir ve gelişir.
Kişilerden önce toplumun dil gelişiminin seyrine bir göz atalım. Türkiye’de iletişimin gerilemesinin ardında yatan en ciddi sebep kullanılmaya kullanılmaya unutulan kelimelerdir. Bunun neticesinde dil kısırlaşmış ve iletişim zaafa uğramıştır. Bu durumun yol açtığı sıkıntıları, üniversite yıllarında eğitim derslerinin Türkçe yazılmış kitaplardan okutulması sırasında bizzat yaşadım. Sayfanın en başından başlayıp, ta sonunda noktalanan cümleyi defaten okusanız bile anlamazsınız. Bu durumda sınavda ezbere dayanan soruları nasıl cevaplayacağınızı düşünmek, ne tür bir çiledir, anlatamam size. Başı ve sonu belli olmayan bu cümleler aynı zamanda birer tercüme faciasıdır. Mesleki alanda uzmanlaşma sağlayan bir kurum olan üniversitelerde böyle bir açık var doğrusu…
Türkçe’nin kısırlaşmasının nedenleri arasında geçmişte ve bugün dilin politik bir malzeme olarak kullanılması da vardır. Bir dönem Türkçeleştirme adı altında dil kıyımları yaşanmış, zorlama kelimeler üretilmeye çalışılmış, ama başarılı olunamamıştır. Dışarıdan yapılan bu müdahaleler yaşayan bir kavram olan dilin hayatında ciddi aksamalara neden olmuştur. Bir insan 3-5 dakika nefessiz kalabilir. Peki ya dil? Türk Dil Kurumu çalışmalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının sebebi dil uzmanlarının bir köşede yalnız başına yazıp, çizip, fikirlerini söylemeleridir. Politikanın da bu işe el atması, vaziyeti içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bugün bu toplumda Arapça biliyorsanız eğer, ya imam hatip mezunu olduğunuz ya da dini sahada ilmi çalışmalar yaptığınız düşünülür. Ama Arapçayı kendi kutsal kitabınızı orijinalinden okuyup, anlayabilmek için öğrendiğiniz kimsenin aklına gelmez. Nitekim Osmanlı Türkçesi için de geçerli bir bakış açısıdır bu. Osmanlı Türkçesi’ni okuyor, biliyor ve anlıyorsanız, ya da öyle bir gayret içindeyseniz eğer, bu durum romantik bir Osmanlı hayranı olduğunuza yorulur, ne hikmetse! Tekrar ama tekrar söylemekte fayda görüyorum: Dil bir kültürdür!
Bir milletin kültürü, dili ve tarihiyle birlikte millete mal olmuş bir oluşumdur ve her bir unsur birbirinin ayrılmaz bir parçasıdır! Yani milletin malı gibidir aynen! Alınamaz, atılamaz, satılamaz! Hiç bir politikanın oyuncağı, malzemesi olamaz. İngilizceyi öğreten kitaplara nasıl İngiliz kültürünün adetlerine, alışkanlıklarına dair örnekler konuyorsa, Osmanlı Türkçesi için de bu olmalıdır. Bu gerçek sadece İngilizce için de geçerli değildir. Japoncaya çalıştığım yıllarda karşılaştığım örnekler beni şaşırtmıştı. Paylaşayım; Kitabın örneklerinde geçen diyaloglarda adam ve hanımı konuşuyorlar. Bu diyalogları okurken bir anda derece derece adamın sürekli kadından bir şeyler istediğini, emir verir tarzda konuştuğunu, hanımının da buna karşılık “Evet, haklısın bey!” gibisinden müspet cevaplar verdiğini gördüm kitap boyunca. Milli Eğitimden almış olduğum yoğun Avrupa kültürü adeta beynimde şimşekler çaktırdı. “Ne yapıyor bu adam böyle?” demeden edemedim. Yanımdaki Japoncası daha iyi olan arkadaşım; “Bu örnekler Japon kültürünü yansıtıyor, Japonlar ataerkil bir toplumdur” dedi ve vaziyet anlaşıldı… Bu örneği bizzat Türkçeyi yabancılara öğretirken bir eğitimci olarak yaşadım; diyaloglarımızda “maşallah, gözünüz aydın, sıhhatler olsun” gibisinden bize ait kelimeler vardı ve olmak da zorundaydı. Diğer bir deyişle dil öğretimini sadece günlük ihtiyaçları karşılayan bir söz ve diyalog dizisine indirgeyemezdik. O aynı zamanda bir kültürel aktarımdı.
Hal böyle iken sözü yine Türkiye’de vaktiyle yapılmış olan bir yanlışa getirmek istiyorum. Arı dil oluşturma çalışmaları sırasında dilde sadece Türkçe kökenli kelimeler kalacak gayreti içerisinde ne büyük yanlışlar yaptığımızı görmek zorundayız. Çünkü bilimsel araştırmalar gösteriyor ki diller gelişimleri sırasında gerek komşusu olduğu yakın ülkelerden ve gerekse ticaret yaptığı ve ilişkisi olduğu uzak ülkelerden kelime alırlar. İngilizce diyoruz, bugün dünyada her taşın altından çıkan şu dil var ya, işte o ne evreler, ne badireler atlatarak bu günlere gelmiştir. İlk oluşumlar kuzeyden Anglo Saxonların, güneyden Normandia’lıların ve yine kuzeyden Danimarka’lıların (Vikinglerin) adaya gelmesi ile olmuştur. Akabinde adaya gelen Romalılar ile dile yeni kelimeler girmiştir. Çünkü Romalılar mağaralarda yaşayan Anglo- Saxonlara medeniyet götürmüşler ve İngiltere’nin ilk yollarını yapmışlar ve adına da “strata” yani bugünkü söylenişiyle ‘street-cadde ’ demişler. Normandiyalılar adaya ayak basmış ve bu seferde yemek kültürüyle ilgili kelimeler girmiş dile. Canlı haldeki hayvan, tabakta yemek olunca farklı bir isim almış. Yani yedikleri yemeğe ‘cow’ değil ‘beef’ demeye başlamışlar. Bu gelişimin en çarpıcı kısmı Haçlı seferleri ve ipek yolunun keşfi ile olmuş. Doğu’ya açılıp, yeni yerler, kıtalar keşfedince, o zamana kadar hiç görmedikleri ve duymadıkları Doğu kültürünün zenginliklerini alıp, ülkelerine götürmüşlerdir. İngilizce bu sayede Arapça’dan, Sanskritçe’den, Osmanlı Türkçe’sinden, Çince ‘den, İbranice ’den, Japonca’dan, Hintçe’ den, Afrika dillerinden, Maleyce’den, Farsça’dan, Rusça’dan kelimeler almıştır kendi bünyesine. Dil yaşayan canlı bir oluşum olduğu için Latince ‘frater’ zamanla ‘brother’ olmuştur.
İşte, bu noktadan hareketle diyebiliriz ki tarihi devamlılık açısından olaya bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti’nin selefi Osmanlı Devletidir. Üç kıtaya yayılmış olan bu imparatorluğun Arapça ve Farsça ile içli dışlı olması son derece normaldir ve durum aynen İngilizlerin Hintçe ’den, Çince ’den kelime almış olmalarına benzer. Tek farkla; onlar için dil, politika malzemesi olmamış ve zamanla ödünç alınan kelimeler sahiplenilerek bünyede erimişlerdir. Her biri zikredildiğinde İngilizce izlenimi veren kelimeler oluvermiştir zamanla. Bu kelimeleri attığınızda, İngilizce zor durumda kalır. Nitekim atmaya gerek kalmaz. Çünkü asırlarca kullanılan kelime zamanla İngilizceye mal olmuştur. Mesela hepimizin bildiği ‘sugar- şeker` kelimesinin Arapça kökenli, ‘رسك’ olduğunu biliyor muydunuz? Ya da ‘algebra matematik terimi` الجبر al-jabr, den gelir yani Arapça kökenlidir. Bunun gibi çeşitli dillerden ödünç alınmış sayısız örnekle doludur İngilizce. Lakin bunları sayıp sıralamak konumuzu aşar. İngilizcenin ikinci bir şansı ise arılaştırma saçmalığı yaşamamış olmasıdır. Bugün England aslında ‘Anglo Land’ dir ama zamanla England olmuştur.
Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarını anlatan bir kitapta okuduğum otobüs kelimesiyle ilgili örnek bugüne kadar hafızamdan silinmedi. Otobüsün yerine ne kelime bulalım diye uzun uzun düşünülür ve sonuçta oturgaçlı götürgeç’te karar kılınır amma velakin bu da çok uzundur ve bir türlü de yer etmez dilde. Bu mantıkla düşünecek olursak, her gün kullandığımız Fransızca kökenli ‘pantolon’ kelimesini de atmamız gerekir dilimizden. Ama o zaman da çok zor durumda kalırız ki, pantolonsuz yaşanmaz!
Velhasıl kelam, şaka bir yana, sözün özü; Osmanlı Türkçesi öğrenilmeli, geçmişimizle barışılmalı, bu köhnemiş bakış açısından azad olunmalıdır. Osmanlı arşivleri ışığında tarih kitapları yeniden yazılmalı, edebiyatımıza, musikimize emeği geçmiş olan ama hakları bugüne kadar teslim edilememiş, değerleri anlaşılamamış bizim insanlarımızla buluşulmalı ve onlar en güzel şekilde genç kuşaklara sevdirilmelidir. Sevmek, sevmemek mevzusu da aşılarak, en başta bilimsel olunmalıdır. Unutulmamalıdır ki bilimsel temellere dayanmayan teşebbüsler akamete mahkûmdur.
Osmanlı Türkçesi sadece liselerde okutulan bir yabancı dil dersi olarak görülmemeli, daha aşağı seviyelerden itibaren azar azar da olsa Osmanlı kültürü ders kitaplarına serpiştirilerek, genç ve taze dimağlara sevdirilerek, öğretilmelidir. Eğitimciler çok iyi bilirler ki, dersini ve öğretmenini sevmeyen çocuk derse yönelmez ve öğrenme gerçekleşmez. Osmanlı Türkçesi öğretmeden önce neden öğrenmenin gerekliği üzerine giriş dersleri hazırlanmalıdır. Bugün 5 ayrı dilde iletişim kurabilen birisi olarak gerçek tarihimi öğrenmek için çok büyük bir istek duyuyorum şahsen. Zira tarihimiz bize hep aşağılanarak, hor gösterilerek anlatıldı bugüne kadar! Bir amacı olmalı öğrencinin. Varlığında hissedebileceği, kendine ait bir şeyleri bilmek için öğrenmek istemelidir Osmanlıcayı. Bu yolda öğretmenler lider vazifesi üstlenmelidir.
Türk gençliği bugün tarihini bilmeyen, edebiyatını angarya gören, sayısı yüzü geçmeyen kelimelerle günlük hayatını idame ettirmeye çalışan, ama en kötüsü argo ve sokak kültüründen türettiği kelimelerle var olma mücadelesi veren bir profil arz etmektedir. Bu kelimelerle o, kendi ebeveyni ile dahi iletişim kuramaz hale gelmiştir. Ne yazık ki vaziyet budur!
Şimdi kendilerine münevver dediğimiz dil, edebiyat, tarih, sosyoloji uzmanlarının bir araya gelerek, okul kitapları hazırlama zamanıdır. Öyle haftada iki saat Osmanlı Türkçesi okutularak nereye varılır, bilinmez. Ama dipsiz bir kuyu görüntüsü veren ‘Osmanlı Türkçesi okul müfredatlarına giriyor’ konuşmaları artık bir bilimsellik kazanmak durumundadır ve her uzman elini taşın altına koyup vazife ve sorumluluk almakla yükümlüdür.
Bu ülkenin evladısınız ve bu ülkeye hizmet mi etmek istiyorsunuz? O halde uzmanlarımızın ilim ve irfanlarını el birliği ile ortaya çıkarma zamanıdır şimdi. Apolitik bir bilimsel camia olması kaydıyla…
Akademik seminerler, halkevi çalışmaları yapılmalı ve radyo televizyonların program yapımcıları da topyekûn halde bu çalışmalara dâhil edilmelidir.
Bunca yıl dilsiz, edebiyatsız, tarihsiz bırakılmış insanımıza bir pencere açmak zorundayız vesselam…
19 May 2024 0
19 May 2024 0
18 May 2024 0
18 May 2024 0
Gergerlioğlu’dan Kırım Tatar ve Çerkes Halklarının Sürgünlerinin Yıl Dönümünde mesaj: Kırım Tatarı ve Çerkes Halklarının Sürgünlerinin Yıl Dönümünde Acıyı Bugün […]
Milliyetçi Sol Parti (MİLLİ SOL) Genel Başkanı Hüseyin Alpay, çiftçilerin borçlarının son 20 yılda 122 kat arttığını, 2023 yılında kapanan […]
Cumhuriyet Halk Partisi Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş, esnafın yaşadığı kredi sorunu hakkında basın açıklaması yaptı. Yeşiltaş, “Kamuda tasarruf yapmaya, […]
Esnafın sorunlarını masaya yatırdılar… İESOB Başkanı Yalçın Ata, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’a tebrik ziyaretinde bulundu. İESOB yönetim, […]
Bağdat Pazarlama Ticaret Limited Şirketi ve Deva Baharatları Gıda Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi’nin alıcılarının yeniden satış fiyatlarını tespit etmek […]
Dr. Vecdet Öz; Buradan iktidara sesleniyorum; Şunu asla unutmayın, devlet şikayet makamı değil icraat makamıdır.! Genel Başkan Vecdet Öz Ayhan […]
Kanko, Türkiye’de Her Yıl Binlerce Çocuk Kayboluyor! Çocuklarımızı çalan bu karanlık eller neden durdurulamıyor? CHP Kocaeli Milletvekili Prof. Dr. Mühip […]
Kocaeli Şehir Tiyatroları’nın sahnelediği “Yaşamak mı Yoksa Ölmek mi” isimli oyunu 26. Yapı Kredi Afife Tiyatro Ödülleri’ne 7 dalda aday […]
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Karşıyaka İlçe örgütü, 13 yaşındaki kız çocuğuna yapılan cinsel istismarı Karşıyaka Adliye binası önünde protesto ederek […]
Sakarya Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sezai Matur ve yönetim kurulu üyeleri, 31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerde Erenler Belediye Başkanlığına seçilen […]
İyi akşamlar Ayşe hanım,
Anadolu’da konuşulmuş ama, ölmüş olan bir çok dillerin arasında yerini almış olan eski Türk dili; 700-1300 yılları arasında Selçukluların kullandığı Oğuz Türk dilidir. 1300 yıllarından sonra Arap ve Fars dilinin etkisinde kalan Türk dili, büyük bir değişime uğrayarak günümüzde tanımladığımız Osmanlının kullandığı Türk dili olarak bilinmektedir. Sizinde, Osmanlı Türkçesi olarak eski Türtk dilini söylemek istediğinzi düşünüyorum.
Osmanlının kullandığı Türk dili de; zamanında üç ayrı boyutta kullanılmaktaydı. Bunlardan ilki; saray ve divan edebiyatçılarının kullandığı üst düzey Türk dili idi. İkinci boyutu ise; esnaf, tüccar ve orta tabakanın kullandığı Türk dili. Sonuncusu olan üçüncü boyutunu da ayak halkı dedikleri kesimlerin kullandığı Türk dili olarak kaynaklardan görülmektedir.
Bu üç ayrı boyutta olan Eski Türk dilini nasıl filtre yaparak çocuklarımıza öğretmeyi başaracağız? Günümüzün Türkçe’sini konuşmakta zorluk çeken insanımıza bu ikinci dili öğreterek nereye varacağız?
Siyasi aktörlerin ortaya attığı düşünce samimi değil ve eski Türk dilini yeniden yaşam alanına çekmek olduğuna inanmak mümkün değildir.
Çünkü Osmanlı hükümeti 1850 yıllarından itibaren dil değişimine gitmeye başlamıştı. Matbaanın kuruluşundan sonra baskılarda görülen zorluk bunu gerektirmekte olduğu görülmüştü.
Avrupa’da eğitim yapanların ısrarla üzerinde durduğu bir mesele olan alfabe değişimi, Latin harflerine geçilmesi düşüncesini de tartışmaya açılmasının aynı tarihlere rastlaması bir tesadüf değildir.
Siyasi otoritenin Türk dilinin hayranı olması ihtimallerin dışında olacağını düşünürsek amaç; eski Türk dilini yeniden yaşama döndürmek değil; Osmanlı sevecenliğini kullanarak, ülkemize yeniden zaten var olan Arap kültürünü daha da ağırlıklı olarak getirmektir.
Demek değildir ki, eski Türkçe öğrenilmesin. Hangi meslek için zorunlu ise, o mesleği seçenler elbetteki eski Türk dilini öğrenmelidirler. 1985 yılına kadar Mecelle ile hüküm veren İsrail hükumetinin hukukçuları, elbette ki eski Türk dilini de biliyordular. En azından onu kendi dillerine tercüme edecek kadar eski Türk dilini bilen uzmanları mevcuttu; bizim de olsun, itiraz olamaz. Ancak zorunlu ders olarak değil.
Meslek dallarının gereksinimi olarak hukukçular, sosyal bilimciler, tarihçiler gibi meslek dallarını seçenler elbetteki eski Türkçeyi öğrenmelidirler. Ancak bunu tüm okullar için mecburiyet haline getirmek bizlere hiç bir fayda sağlamaz. Çünkü; eski Türkçe’miz, ölü diller arasında yer almıştır. Onunla hiç bir millet ile iletişim kurmak şansımız yoktur.
Dünyadaki ölü diller arasında bulunan sadece bizim eski Türkçe’miz değildir. Latince dili de bunlardan en önemlisidir ve hala okutulmaktadır. Çünkü; Latince olmadan tıp dilini düşünmek mümkün olmadığı gibi, doğa bilimlerini de anlamak mümkün değildir. Eğer Osmanlı İmparatorluğu zamanında, bilim ve araştırmaya önem verilseydi, günümüzde de bir çok bilim dalında temsil edilecek kelimelerimiz olurdu. Demek ki; eski Türkçe’mizin sosyolojik ve tarihsel değerinden başka bir iş için kullanılması da düşünülemez.
Ya eski Bizans Yunancası? Bir çok Avrupa dillerine ışık tutmasına rağmen, 1453 yılında İstanbul’un alınmasıyla nasıl ki Bizans ortadan kaybolmuştur; onunla yaşayan eski Yunan dili de ölü diller arasında yerini alarak sona ermiştir; kimseninde onu yeniden yaşam alanına çekmeye niyeti yoktur. Çünkü; bu eski dillerin sahibi olanlar; kendi kültürlerini, bir başka kültür ile değiştirmek niyetinde değildir.
Osmanlı sevecenliği ile Arap kültürünü yeniden tüm araç ve amaçlarıyla üstlenmemiz için hiç bir sebepte mevcut değildir. Mesele sadece ideoloji, Atatürk devrim ve inkılaplarını dolaylı olarak ortadan kaldırmanın yollarını arayarak, dünyadan haberi olmayan seyirciye oynamak misali top koşturmaktır.
Hayatında Namık Kemal, Cevdet Paşa gibi düşüncelerini kaleme almış olanların; ya da büyük yazarların adını dahi duymayanlar, eski Türkçe’nin geriye gelmesini neden özlerler onuda anlamak mümkün değildir. „Dedesinin mezar taşını okuyamadığından şikayet edenler ise; yanlış mezarlığa gitmiş olmalılar.“(!) Ayrıca eklemek isterim ki; bu kişiler ülkemizde rant uğruna yapılan mezarlık tahribatına ne derler acaba?
Günümüzde kullandığımız Türk dili; dünya milletleri tarafından modern Türk dili olarak kabul görmektedir ve öyle kalması da en güzel olanıdır. Yeter ki bizler; bu güzel dilimizi çocuklarımıza adap ve terbiye kurallarını da öğreterek öğretmesini bilelim.
„Dilimizin dilini kesmek“ isteyenlerle aynı düşünceleri paylaşmak şansından yoksunum.
Saygılar
Değerli yorumunuz için teşekür ederim Mehmet Bey. Yazım Osmanlı Türkçesi’ne bir bakış, kişisel bir bakıştan ibaret ve sizin değindiğiniz mevzuları elimden geldiğince cevaplamaya çalışacağım.
Osmanlı Türkçesi öğretilirken bilimsel olunmalı, Türk dil bilimciler kolları sıvamalı ve ne yapılmalı ise onlar yapmalı dedim. Bu şu demek; plan ve program demek, bir felsefe oluşturmak demek ve bunu insanlara anltıp herkesin anlayacağı şekilde ulaştırmak demek. Bunu yaparken içinde bulunduğumuz 21. Yüzyıldan kalkıp 17. Yüzyıla, o devirde konuşulan Saray Türkçesine gidemeyiz, ya da bahsettiğiniz diğer iki gruba… Bize en yakın aklıma gelen şu an ne var biliyor musunuz, çok uzak bir tarih değil, Atatürk’ün Nutkunu orjinalinden okuyup anlayalım önce. Nutuk ne zaman yazıldı? 1927 yılında. Bakınız Nutuk bize ait, bizi anlatan bir belgeler dizinidir. Nutuk, belgeleri Atatürk’ün tarihçi kimliğini de ortaya koymaktadır. Atatürk yaşanılan olaylarla ilgili kayıtlı belgeleri toplamış ve Nutuk’u yazarken bu belgelere dayanarak icraatlarını özetlemiştir. Bir çok insan Atatürk’çüyüm der ülkemizde, siz de biliyorsunuz ki bu sözde kalan aksiyona ya da anlamaya geçemeyen bir taklid olagelmiştir. İnsan sevdiği Ata’sını önce anlamalıdır. Nutku anlamak’tan başlayabiliriz mesela. Bu da benim ölçüm. Tabii ki Türkçe uzmanlarımızın kararı olacaktır başlama noktası. Bu arada örneğiniz bana 1999 yılında İngiltere’de ziyaret ettiğim arkadaşımın annesini hatırlattı. Bu Hanım o zamanalar 70 yaşlarında bir ev hanımı idi. Küçük bir kasabada oturuyor ve onu ne zaman görsem elinde bir İngiliz klasiği vardı ve evi baştan başa klasikler olan büyük bir kütüphanesi vardı. Bugün İngiliz 16. Yüzyılda yazılmış William Shakespeare eserlerini anlar. 17. ve 18. Yüzyıllarda Emily Bronte’yi, romatikleri, naturalistleri anlar, 1922’de yazılmış olan Ulysis’, ki baba eserdir, anlar.
Sorum şu; biz kendimize ne ettik de Nutku, daha yarım asır öncesini, dahi anlayamaz olmuşuz? Bu süreci siz de çok iyi biliyorsunuzdur. Bizim kamyonlar dolusu eserimiz, kitabımız, belgelerimiz kağıt niyetine yakıldı! Burada işe politika karıştı. Yazımda bir kaç yerde değindim, politikadan uzak, bilimsel bir yaklaşım olmalıdır, aksi halde gene hüsran olması kaçınılmazdır. Bu işin Osmanlı hayranlığı gösterilerine dönüşmesini pek vahim görüyorum, çünki bunu yapanlar, Osmanlı derken sesini yükselten adamlar, özellikle yurt dışında tarihimize ait bir soru sorduklarında CEVAP DAHİ VEREMİYORLAR ki bu ÇOK ACI! Olay şövenlik gösterisi olmamalıdır!
Evet Mehmet Bey, bir çok şeyimizi, dilimizi, tarihimizi, kendimizi yitirdik. Kayıp bir millet mi olmalıydık?
Yüce Türk milletiyiz, damarlarımızda Türk kanı aktığı sürece kendimize, geçmişimize sahip çıkabiliriz, çıkmalıyız. Saygılar efendim…
Sayın Ayşe Hanım ve Sayın Mehmet Bey,
Yazılarınızdan çok değerli bakış açıları aldım.
Teşekkür ederim…
Naçizane kendi düşüncelerimi de eklemek isterim.
Osmanlıcanın gündeme gelişini en başından itibaren tamamen siyasi, gündem değiştirici bir manevra alanı oluşturma çabası olarak gördüm.
Amaç Osmanlı’yı gündeme getirerek, değişmesi mümkün olmayan bir geçmişe dikkat çekerek, geleceğe yönelmiş bakışları ve dikkatlerin yönünü değiştirme manevrası…
Bir dereceye kadar da başarılı oldu.
Genç Türkiye’nin ileriye gitmek için, geçmişle bağlarını tekrar düzenleme zorunluluğu sömürülüyor sadece..
O dönem; değişimler, devrimler dönemiydi. Rusya, Çin, Almanya, İtalya, Japonya geçmişini çözümlemiş, istekli veya zoraki olarak toplumlarını değiştirmeye başlamışlardı.
Mesela, Japonya’ nın Rus devini yenmesi (1905) rastgele bir durum değildir. Toplumsal, kültürel değişimdi. Çarpıcı bir örnek oldu.
Almanya’nın Bismark dönemi..Keza İtalya’daki gelişim.
Batı toplumlarında bir kısmı aşamalı ve ağır bedellerle değişirken, bir kısmı bu deneyimlerle kazanılanları kullanarak bir kaç 10 yılda değişimi başardılar.
Bizim toplumumuzu değiştirmek için gerekli değerlerin başında da tarih bilinci gerekiyordu. Tarih unutulmadı ya da unutturulmadı. Sadece bilimsel, objektif değerlerle tarihimizi en baştan ele alma gereği duyuldu. Çünkü var olan hurafe, inanış ve efsanelerden başka, kulaktan kulağa geçmiş dogmalarla dolu bir tarih bakışı vardı toplumda.
Osmanlı ret edilmedi, Osmanlıca da ret edilmedi. Bilakis Anadolu kültürünün ve tarihinin içinde bir yere sahip olduğu belirtildi.
Anadolu insanın geçmişi sadece Osmanlı egemenliğinde geçmemiştir.
Nasıl tüm Anadolu Osmanlı soyundan, kandaş’ı, karındaşı değil ise, Türk tarihi de, salt “Sünni Müslüman Osmanlı” tarihi değildir.
Çok daha uzun bir tarihin, bir parçasıdır Türk insanı… Anadolu insanı da çok uzun ve zengin bir tarihin devamıdır.
(Genetik, folklorik özelliklere bakarsanız daha net çıkar)
Anadolu Türk’ü bunları bünyesinde birleştirmiş ve her ikisinin değerlerini de yaşatmayı becermiştir. Ama Osmanlının egemenlik çabası içinde bazıları unutulmuş, bazıları yozlaşmıştır. Ki bu doğal ve olması gerekendir. Bizler bu topraklara bin yıldır değil, 10 bin yıldır mezar taşı dikenlerin de ardıllarıyız. Onlarında mirasçısı ve torunlarıyız.
Osmanlıya bakarsak, bütün tarihimiz bu topraklarda 700 yıl. Türk tarihine bakarsak 1000 yıl.
Oysa genlere, dile, adetlere ve alışkanlıklara bakarsanız en az 5000 yıllık bir geçmişimiz var bu topraklarda. Orta Asya da da var. Burada da …
Türk Cumhuriyeti ilk dönemlerinde bunu anlatmak, göstermek istedi. Osmanlıca bu anlatıma ne kadar uygun bir dil olacaktı?
Aynı zamanda Osmanlı kültürünün ve dilinin dünyaya iz bırakacak bilimsel, edebi ve felsefi eserler bırakamaması da bu kültürün ölmesine neden oldu.
Arap veya Fars bilimcilerin, felsefecilerin eserleri hala saygı görürken, Türk dünyasını temsil ettiğini iddia ettiğimiz Osmanlı’nın hangi eserleri vardır. Dünyaya armağan ettiği ve yüzyıllarca önceden dillere çevrilmiş?
Ne bilim dili, ne edebi dili ne sanat dili, ne askeri bir dil, ne tarih, hukuk, tıp dili …
Peki ne diliydi Osmanlıca? Şimdi onu anlasak ki zor değil Ne işimize yarayacak? Hangi kavramları bize öğretecek ki, Osmanlıdan sonra unutulmuş edebi, kültürel, bilimsel, sanat alanlarında ya da en azından birinde bizi ileriye götürecek?
Eğer çocuklar Osmanlıca okuyamıyorsa, sıkıntı bu ise, üzülmeye gerek yok.
Yazarsınız bir yazılım. Mezartaşının fotosunu çeker, programla akıllı telefon çevirir.
Ama yapamazsınız. Aynı harf’in çıkardığı ses ve anlam bile aynı değil ki her kelime de, Osmanlıca çözümlemesi için, Farsça harf-ses bilgisi, Arapça tamlama ve türetme, ses, Türkçe gramer birleştirip üreteceksiniz.
Japonca üç alfabeli bir dil. Kanji’si kavramsal harflerden oluşur. Çince kökenlidir. 2000 kanji bilen kültürlü sayılır. Hiragana ve Katakana ise büyük, küçük sesli uyumuna göre kelime türetmek içindir. Biri Japonca kökenli kelimelerede diğeri yabancı kökenli kelimelerde kullanılır. Eğer buna bile program yapılabiliniyorsa, Osmanlıca için de yapılabilir.
Çok övündüğümüz askerlik sanatı terimlerine bile Osmanlıcanın katkısı çok azdır. Belki yoktur. 10’luk sistem ve rütbelendirme ise çok daha eski bir Türk (Hun, Uygur, Göktürk sonra Moğol) uygulaması olarak ordulara yerleşmiştir.
Bu nedenle yeni Türk devletinin de kendisine geleceğe bakan, geçmişin sadece değerlerini değil, hesaplaşmalarını, bitmemiş kavgalarını ve hurafelerini bırakmak isteyen bir devlet olarak hareket etmesi de çok normaldir.
Geleceğe bakmıştır. Bu gelecekte Osmanlıcanın dil, kavram ve yeterlilik olarak bir yeri olsaydı zaten yaşardı.
Bir dil nasıl gelişir? Sadece ve sadece kavramsal ihtiyaç ile gelişir. Kavramsal olarak bilinmeyen bir şey için kelime de üretilemez. Eğer “bilgisayar” kelimesi üretilmeden önce topluma girseydi bu makineler, bilgisayarlı kavramlarımızın çoğu İngilizce kökenli olurdu. “Kompütır” derdik.