mahmutKırk yaşından sonra anladım ki sosyal bilimlere, hassaten de tarihe meftun olan bir insan için seyahat etmek, adeta organik yoldan beslenmek gibi bir şey. Nasıl son yıllarda ister istemez sofralarımızı işgal eden hormonlu gıdalar, vücudumuzda istikbalde doğması muhtemel birtakım arızaların temelini atıyorsa ya ikinci sınıf kaynaklardan iktisap ettiğimiz, ya da internet marifetiyle edindiğimiz yalan yanlış bilgiler de zihinsel anlamda dezenformasyona, yani bilgi kirliliğine yol açıyor. Doğruluğu veya yanlışlığı belli olmayan birtakım bilgi(!) ve malumatlar beynimizde depolanıyor. Bu durumun trajikomik adı da bugünkü milli eğitim bakanımızın yerinde ifadesiyle “enformatik cehalet” oluyor.

Yaklaşık iki yıl öncesine kadar daha ziyade okuyarak ve şifahi geleneğin de etkisiyle dinleyerek öğrenme yolunu tutan birisi olarak bu yaştan sonra pusulayı keskin bir şekilde seyahat âlemine doğru kırmak suretiyle ana tercihini gezip görerek öğrenmekten yana kullanan bendeniz, ne kadar isabetli bir yol tuttuğumu her yapmış olduğum geziden sonra daha iyi idrak ediyorum. Meğer bugüne kadar hormonlu gıdalarla çok beslenmişiz. İnsanoğlu gezmek suretiyle hayatı boyunca edinmiş olduğu bilgilerin bir tür sağlamasını yapıyor. Vicdandan sonra insana Allah’ın en büyük lütfu olan beyin ve akıl nimetini, gezip görmek suretiyle organik gıdalarla beslemeye başlıyor. Hormonlu bilginin olmadığı bir kulvarda koşturmanın emniyetini yaşıyor. Ne kadar çok seyahat eder ve ne kadar geniş bir coğrafyayı görebilme imkânına sahip olursanız malumat haznenizde mevcut olan bilgi ve kanaatler de o ölçüde doğrulanıyor veya yanlışlanıyor. Zihninizde mevcut müphemiyetler o nispette azalıyor. Ülkeler ve insanlar hakkındaki kanaatler, medyanın zincirlerinden kurtulup hürriyetine kavuşuyor. Bu geziler sizi sanal alemin ve medyanın yukarıda da ifade ettiğimiz şekliyle tuzağına düşüp bilgi kirlenmesine uğramaktan koruyor.

Bazen de seyahat esnasında muhtelif kaynaklarda okumuş olduğunuz bilgilerin, hatta görgü ve kanaatlerin doğruluğunu kendiniz bizzat gözlemliyorsunuz. Son İran seyahatim esnasında şahsen ben bunun küçük fakat anlamlı bir örneğini yaşadım: İlber Ortaylı Bey’in daha önce okumuş olduğum “Eski Dünya Seyahatnamesi” isimli eserinde serdettiği gözleme dayalı bir kanaatinin doğruluğunu, bizzat şahsi müşahedemle teyit etme imkânı buldum.  İlber Bey mezkûr eserinde “İran sabırla dinleyen; uzun, tane tane konuşan insanların ülkesi.” diyordu. Son seyahatim esnasında büyük allamenin yapmış olduğu bu tespitin ne kadar doğru ve yerinde olduğunu bizzat gördüm. Oturaklı ve ağırkanlı insanların memleketi olan İran’da insanlar hakikaten hiç aceleye yer olmayan mutedil bir üslup ile yavaş ve tane tane konuşuyordu. Sabırlı bir yapıları vardı. Özellikle Türklerin çok olduğu ve Türkçenin yaygın olarak konuşulduğu bu memlekette bu tespiti yapabilmek adına birçok fırsatım oldu.

Seyahat etmek, özellikle de kültürel eksenli geziler yapmak, evleviyetle boş zamana ihtiyaç hissettiren bir meşgale olmanın ötesinde kimi durumlarda da pahalı ve yorucu bir aktivite olarak tebarüz ediyor. Son iki yıldan beri edinmiş olduğum tecrübeler ışığında bakıldığında şuurlu bir şekilde seyahat etmek, enformatik cehaleti yenmenin en kesin yollarından biri gibi görünüyor gözüme. Savcı ve hâkim gibi hukuk adamları bile suç mahalline kendileri de gidip hadisenin vuku bulduğu ortamı bizzat görmedikçe işlenen cürmün künhüne vakıf olamıyor çoğu zaman. O itibarla da keşif ve tatbikat yaptırmak suretiyle olayı yerinde inceliyorlar. Bir ülkeyi de görmeden o ülke hakkında sağlıklı kanaat sahibi olunamayacağını yapmış olduğum bu geziler öğretti bana. İki yıldan beri fırsat buldukça yapmış olduğum yurt içi ve yurt dışı gezilerin en önemli ve total faydası zannımca budur.

Bu gezilerin en önemli faydalarından biri de kültür tarihimizin köşe taşlarından birisi olan Evliya Çelebi’mizin o meşhur rüyasında kendisine zahir olan hakikatin sırrına bir ölçüde vakıf olmam olmuştur. Kırk yaşına kadar pek gezmemiş ve gezmeyi düşünmemiş bir insan olarak kırk yaşından sonra birdenbire seyahat etmeyi hayatında yapılacak işlerin başına oturtan ben, bunu kendimin de pek farkında olmadığım içimde saklı kalmış olan bir gizli keyfiyetin şartlar oluştuğu anda birdenbire ortaya çıkması olarak yorumladım. O sebeple Evliya Çelebi’mizin de rüyasında gördüğü Alemlerin Efendisi’ne (s.a.s) hitaben “Şefaat ya Resulallah!” diyecek yerde, “Seyahat ya Resulallah!” demesini sadece ani bir heyecan patlamasının sonucunda meydana gelen bir dil sürçmesi olarak göremiyorum. “Seyahat ya Resulallah!” ifadesi, şuuraltında mevcut olup da o güne kadar ifade edilememiş olan gizli bir talebin ani bir heyecan kasırgasıyla infilâk edişinden başka bir şey değildir. Zira Evliya’mız bu rüyayı gördükten kısa bir süre sonra o meşhur seyahatlerine başlamış ve dile kolay, tam kırk yılı aşkın bir süre boyunca sürekli gezmiştir.

Yabancı diyarlar ve toplumlar hakkında da farklı yollarla edinmiş olduğumuz bilgilerin sağlamasını yapmanın en kesin reçetesi seyahat etmektir. Bunu isteyen fakat henüz çeşitli sebeplerle buna imkân bulamamış olan zevatın yapacağı şey ise “Seyahat ya Resulallah!” kelamındaki hakikat ve inceliğe sarılmaktır.