M.Ö. 6. YY.da yaşamış olan meşhur Çinli bilge Lao Tsu, düşüncenin Tao’nun zuhurunu izlediğini; dolayısıyla zuhur “sürekli değişmeye uğrayarak yürüme” olduğundan, düşüncenin daima Tao’dan bir adım geri kalacağını söyler. Hakikate nail olmak isteyen kişinin “tecellinin içinde” bulunması şartını dile getirir.
Evet! Düşünmenin nihai hedefi “Hakikat”in içinde olmaktır. Hakikat ise değişmede saklı. Tecelli, sürekli ve daima değişim halinde.
Bir devasa mesele daha: “Anlamak”, o tecelliyi içimizde tekrar ve soyut planda, bir daha kurmaktır. Anlamazsak ne olur? O zaman da tecellinin manası bir idrakte değer bulmamış, şuura dönmemiş demektir. Açıkçası bizim indimizde “yok” hükmündedir. “Varlık” bir şuurda tekrar kurulunca “var”dır!
Hikmet keşke sabit kalsaydı! Eskilerle idare eder, anlama zaruretinden kurtulurduk.
O halde!
Düşünmekten sarf-ı nazar edebilir miyiz?
Düşünmedeki “yeniden kurma” niteliğine rağmen, o deformasyonu göze almadan bilinçle yaşamaktan söz açılabilir mi?
Düşünmedeki “yaratma” özelliğinin, düşünen adamın zatındaki dönüştürücü, başkalaştırıcı yansımasını yadsımak mümkün mü?
Fikrini hayatına ve kişiliğine eklemeyen kimse, sahiden ve “Hakikat namına” bir ihlas iddiasında bulunabilir mi?
Anlamadaki yeniden inşa niteliği ciddiye alınarak bakılınca da “düşünmenin yabancılaştırması” tezi gündeme gelmez mi?
Cemil Meriç’e rahmet olsun…
***
Bir de düşüncenin “yeni durumu eski tecrübeler ve kavramlarla tarif etme mecburiyeti”ne dikkat çekmek lazım.
Düşüncenin sonucu yeni bir anlam yaratmadır, doğru. Lakin eski malzemeye ne derece önem verildiğinin de irdelenmesi lazımdır.
Nasıl sabit bir kriteri tabiatta bulma şansımız yoksa, aslında “geçmiş” dediğimiz zaman akışlarında da öyle bir “değer” yoktur. Var saydığımız ölçüler, eskilerin inşalarıydı! O inşalarda da bir yaşama içgüdüsü belirleyiciydi. O “ölçü”leri sabitleştirmekle, biz kendi duruş yerimize dair bir güven noktası arayışındayız. Ama bu defa da “o ölçüleri dogmalaştırırken” şimdiye dair hükümlerimizin gerçekliğinde kocaman kocaman boşlukları, defoları algımıza monte etmiş oluyoruz.
O halde ne geçmişi, ne sabitelerini mutlaklaştırmadan geleceğimize nasıl bakacağız? Anlama malzememiz geçmişin eseriyken, şimdi ve yarın tasavvurlarımızda hangi denge haline itimad edeceğiz?
Bir diğer mesele de, sosyal bir varlık oluşumuz sebebiyle içinde bulunduğumuz kültür grubuna bir “devamlılık çizgisi”ni neyle kazandıracağız? Bu gruba bizim kudretimizi aşan dış grup algılarının saldırılarına karşı nasıl direnç kazandıracağız?
O “direnç”in bizim algının yeniliğinden kopmadan realiteyle birlikte yürüme ihtiyacımıza da engel olmasını nasıl önleyeceğiz?
“Kökü mazide olan âtî” demekle iş bitmiyor ki…