Özümüzden bakan keyfiyetsiz, kemiyetsiz varlıksız varlık, kendisini bedene nisbet edip eksik ve ihtiyaçlara bağlı bir kimliği giyinip duruyor. O kimlikle bir “ben”e dönüşüyor ve o eksiklerden mülhem nisbetlemelerle de bir mükemmellik tasavvuruna bağlı değerler inşa ediyor. Biz o değerlere duygu ve düşüncelerimiz olarak bakıyoruz.
Gözsüz görüp dilsiz söyleyen o Usta’nın varlığımıza hakimiyetinin asâletini onaylamak bir “kendini dinleme” çabasıyla gerçekleşmez ve o Usta gönüllerdeki mahpesinden âzad edilmezse de içerde adı hüzün, hasret, keder, gurbet, mahrumiyet…vs. olan çileli çırpınışlarımızı yaratmış oluyoruz. Çilenin ikmali, “ben”e dayalı değerleri Hakk’a aid tam ve varlığa müstağnî(tok) olanlarla değiştirmekle mümkün.
Her birimizin macerası farklı hayatların eseri. Değerlerimizin muhtevaları da o sebeble farklı. Çilelerin tamamlanması her bir “ben”leşme mâcerâsının seyrindeki başkalık sebebiyle de her birimiz için kendine has bir özel vaz geçişi gerektiriyor. Anlama imkanımız olan o mâcerâlarla barışmak, çile sebeblerini olgun bir affedişle şükür sebebine dönüştürmek, âzadlık belgemiz olacak.
Özde, dilsiz belâgatiyle Küll’de duran, hatta ondan aslında hiç mi hiç ayrılmadığı halde benlik hücresinde tutulmaya çalışılan o Efendi’yi âzad etmek asıl kimliğimize de kavuşmak demekse, haydi hür kimseler ve efendi bir toplum olmaya yürüyelim…
“Ben” denilen şeytaniyet ve süflilik kaynağını da, bize ilk hareket ve anlama imkanı bahşetmesi sebebiyle şükranla alıp, “Usta”yı çıkardığımız hücreye koyalım. Usta’yı Usta’nın yüce ahlâkındaki feragat cennetinde seyir zevkine varalım…
Özveriyi fakirleşmek sanan “ben” algısı yanılsamasına mukabil, o “Varlıksız Var”ın sebeplere ihtiyacı olmayan saltanatından Hüsn-i Mutlak’ın zevkine varalım.