sait-baserSene 1982.
Merhum Fethi Gemuhluoğlu’nun “Rumeli ve Anadolu Beylerbeyi” sıfatını yakıştırdığı Ekrem Amca’nın (Hakkı Ayverdi)sofrasındayız.
Bir ara benim mezuniyet çalışmasını, danışman hocam İbrahim Kafesoğlu’nun ilmi yeterliliğini konuşuyoruz. Onunla çalışmamdan son derece memnun. Hangi merhalede bulunduğumuzu sorunca da:
“Halil Ağabey’le daktilo ediyoruz”
diyorum. Gözleri parlıyor. Yüzünde geniş bir tebessüm:
“ Yaa demek Halil’le yazıyorsunuz, buna memnun oldum. Halil allâmedir, allâme!”
diyor.

***
11982 senesinde Halil Ağabey henüz doktora çalışması ile meşgul, bir lisede edebiyat öğretmenliği yapıyor. Yirmi dört saat çalışmaya doymayan, haftanın yedi gününe sığamayan, yüklendiği kırk ambar türü binbir yardım ve hayır işinden dönüp kendisine bakmaya fırsat bulamayan bir adam.
O gün bu gündür o fırsatı bulabilmiş değildir.
Ama Ekrem Amcanın derin bir sevgiyle ve espri tonunda söylediği “allamelik” sıfatı çoktandır vücut bulmuş, tahakkuk etmiştir. O adeta suya doymuş bir süngere en ufak bir temasın ondan su fışkırmasına sebep olması gibi, yavrusunu emziremezse göğsünden süt fışkıran bir ana gibi, herkese ve her soruya gözü kulağı açık, verdiği cevaplarda da “efradını cami ağyarını mani” bir kıvamdadır.
***

 

Halil Aga (ona ne zamandan beri Aga dediğimi hatırlayamıyorum) hizmet için programlanmış bir ruhtur. Onu imanı ve milleti ilgilendirmeyen bir sahada meşgul etmeye çalışmak, bugüne kadar mümkün olmadı. Zorlarsanız hatırınızı kırmaz. 2Müktesebatıyla, önüne konan başlığa eğilir. Ama gözlerindeki pırıltının birden ferini yitirdiğini de görürsünüz.
Evet, yani hatırşinastır. Eğer size inanıyorsa bütün dünyayı karşısına alarak yanınızda durmayı göze alabilir. Bunun zararı ceremesi ne olur, yarın başıma ne gelir, ya işsiz aşsız kalırsam?.. demez. “Dostları” ona ne kadar dosttur bilmeyiz, ama o dostlarına sonuna kadar dosttur. O ilim adamı kıskançlığı denilen menhus zaaf, akademi dünyasını bütünüyle işgal etmiş bile olsa, o bu zaafı bilmez. Veya bildiğini bildirmez.
Yani Halil Açıkgöz bir “sebil adam”dır. Balı varsa balını, yağı varsa yağını, ilmini irfanını, yurdunu yuvasını, küçük büyük demeden âlem halkına saçıp savuran bir uslanmaz gani gönüllü adamdır. Ayağının altında yarım keçesi olmasa da!

İlgileri vasat bir aklın alamayacağı kadar çeşitli ve nüanslıdır.
Sırf hobilerini yazmaya kalksak sanıyorum başka bir şeye yer kalmaz. Ressamdır, müzehhibdir, müzisyendir, nahhattır, fidancıdır, çiçekçidir, mürettiptir, lugatçidir, gazetecilikten anlar, nükte yazar, şairdir, sır katibidir… vs
Ekrem Hakkı Bey’den Cemil Meriç’e, Mehmet İzzet’ten Ziya Gökalp’e, milli mücadeleden divan şiirine, Türk dünyası coğrafyası uzmanlığından, tarihe, dile, dine, felsefeye, modernitenin analizlerinden Türk lehçelerinin bütün lugatlerine; sanat tarihinin, arkeolojinin, kütüphaneciliğin… ciddi bir uzmanında ancak bulunacak birikimlerini, onu azıcık çapalayan birisi Halil Aga’nın şahsında bulur.3

 

Bulur ve alır. Üstüne de çayını kahvesini içer, Allah ne verdiyse yer, çoban armağanı hediyesini de çantasına kor gider. Bu kişiler arasında sayısız bürokrat, profesör, işadamı, sanatkâr sayılabilir…
Ve Aga verdiğini unutur. İlginç olan, verilenler de aldıklarını unuturlar. Canım! Alan razı-veren razı, şimdi burada bize ne!

 

Aga’nın hizmetlerini onun bilgisi dahilinde saymak katiyyen kabul edilebilir, uygulanabilir bir hamle olamaz. Şimdilik şurada biz bizeyken birkaç başlık zikredeyim.
Cumhuriyet döneminde Sovyet idaresindeki Azerbaycan edebiyatı ile ilk canlı temas kuran kişi Halil Aga olmuştur. 1980 lerde4 binbir zorlukla (ve büyük bir ihtimalle hanesinin maişetinden keserek) çıktığı bir Azerbaycan gezisi vardı. Bu gidiş gelişiyle bizler Bahtiyar Vahapzade, Mehmet Aslan… gibi isimlerin varlığını öğrendik. Sonra da onlarla tanıştırdı bizi. Kah onları aldı getirdi, kah bizi kapıp götürdü.
Sonra sonra ilgisi bütün Türk dünyasını kuşatır hale geldi. Özbek, Kırgız, Kazak, Tatar… Türkçesiyle konuşma klavuzları hazırladı, bastı, dağıttı. 1990 da danışmanlığını yaptığı Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı marifetiyle memleketin en seçkin isimlerini peşine takıp, merhum Prof. Dr. Turan Yazgan’ın da desteğiyle, onların gözlerini Türk dünyasına açtı.
Bizler o seyahatlerde farklı sohbet ve faaliyetlerle gecelerin zevkini çıkarırken, onu sabahlara kadar çeşitli kurumlar arası protokol metinleri hazırlarken görürdük.
***

Haset dugusunu tanımayan Halil Aga, kendisini kendisi göremiyordu; ama, onu “görüp” hasetten kıvranan birileri de vardı tabii.
Sonuç: Yıktığı demirperdeye yeten enerjisi, haset duvarını aşmaya yetmeyince pankreası yandı…
Ve… Halil Aga, o gün bu gündür dünyanın en tipik bir şeker hastası olarak aramızda hayatiyetini sürdürüyor. Hem dokuz köyden kovulmuş, yurdu yuvası dağılmıştır; ama hem de buna mukabil aktivitesini Aksaray’daki inzivagâhında, bu defa Türk dünyasını kendisinde toplayarak yürütmüştür. Hastalığın ağır yıllarında ne zaman ziyaretine gitsek, iki göz odalı evinde Türk dünyasının kavruk çocuklarını misafir ettiğini, her türlü maddi ve manevi gıdayla onları doyurduğunu gördük. Sonra o çocukları ilerleyen yıllarda çeşitli makam ve titrlerin sahibi olarak görenlerin sayısı hiç de küçümsenemez. Ama Aga uslanmadı tabii. Oturduğu yerde dünya Türk lehçelerini ve alfabelerini birbirine çeviren programlar hazırladı. Osmanlı lalesinden Tonyukuk’un atını bağladığı çınara varıncaya kadar sayısız ve ilmi değerini inkar kabil olmayacak tebliğler yazdı. Vs…vs…

 

5Son olarak geçen kış bilgisayarıma bir mesaj geldi.
Aga, TİKA’nın ihtiyacına binaen Üsküp Üniversitesi’nden mesaj gönderiyordu. O hasta haline rağmen katlandığı mahrumiyetleri öğrenince, edebi bir kenara bırakıp, ona ateş püskürdüğümü de üzülerek buraya kaydedeyim.
Uslandı mı?
Asla!..

Bu kış da sesini Kazan’dan duyurdu. Orada Marice’nin sözlüğünü hazırlıyormuş…
Aah Halil Aga ah! Sen ve senin gibilere lazım olan “Ak tolgalı beyler beyi”nin zamanımızı teşrif etmeyişine nasıl yanmaz insan…

 

6

“Halil Açıkgöz’e Armağan” kitabından