Latest update 18 Eylül 2024 - 10:15
“Altın elbiseli adam” adlandırmasıyla şöhret kazanan bir prens kıyafeti Orta Asya arkeolojisinin başarılı buluşlarındandır. Takriben M.Ö. IV.yüzyıldan kalan bu kıyafetin, çeşitli derecelerde altın alaşımlarından yapıldığı tespit edilmiştir. Bu eserde tepeden tırnağa fevkalâde mahirane yapılmış bir miğfer, zırh-ceket, kılıç, kemer, pantalon ve çizmeler var. Bu kıyafette, neredeyse günümüz Paris modasının zarafetini taşıyan çizgiler, erbabı nezdinde hayranlık uyandırmaktadır. Fakat buradaki maden işçiliği, Orta Asya insanlarının, devrinin diğer topluluklarına göre ne kadar ileri bir bilgi ve teknoloji seviyesine ulaştıklarının kuvvetli bir göstergesi olmaktadır.
Burada bu kıyafetten yola çıkılarak yakalanması gereken birkaç medenî gösterge de var:
1- Bu topluluklar metalleri çok iyi tanımaktadırlar. Metaller arası ilişki imkanlarını keşfetmişlerdir. Metalürji alanında gayet ileri durumdadırlar.
2- Kullandıkları dokuma teknolojisi şaşırtıcı bir olgunluktadır. Fotoğrafta görüldüğü gibi, hem altının muhtelif kıratlarını kullanmakta, hem de onu kumaş kıyafet üzerine zırh olarak üçyüz parçalı montajla bütünleştirebilmektedirler.
3- İnsan vücudunu ve bu vücudun hareket yeteneklerini iyi gözledikleri, kıyafetin insan vücuduna gösterdiği uyumdan çıkarılabiliyor.
4- Bu kıyafet, ceket ve pantalon esaslı oluşuyla, bir süvari kıyafetidir. Orta Asyalı Türk topluluklarının dış görüntüsünü resmediyor.
5- Çinliler’den Romalılar’a kadar Hint, Arap, İran, Yunan ve Bizans kıyafetleri, bir şala sarınma yahut entari esaslı oldukları halde, Türkler’in binlerce yıl öncesinden beri kıyafetleriyle de diğer topluluklardan ayrıldıklarını ve özellikle pantalonu keşfetmiş olduklarını belirliyoruz. 21
İklim, Coğrafya ve Kültür
Coğrafî bakımdan Türk boylarının yaşadıkları Asya bozkırları kuzeyde Sibirya ve güneyde Çin ile Hindistan arasında yer almaktadır. Kuzey soğuk, karlı ve kasvetli Sibirya ormanlarının hakim olduğu hareket yeteneğini son derece zayıflatan bir iklime sahip iken, güney, aylarca yağan tropikal yağmurların ve uzun kuraklık mevsimlerinin yaşandığı muson iklimi bölgesidir. Kuzey bölgeleri antik devirlerde Proto-Moğollar’ın yahut Türkler’in adlandırmasıyla Tunguzlar’ın bölgesiydi. Sibirya halkları, medeniyet tarihçilerinin kültür tasnifleri arasında “asalak kültür” terimiyle adlandırdıkları bir sosyo-ekonomik yapı içinde yaşıyorlardı. İhtiyaçlarını tabiatta hazır olanı toplama suretiyle gideriyorlardı. Nitekim Türkler’in onlara Tunguz demelerinin sebebi de oydu. Çünkü Türkler protein esaslı beslenme düzenine rağmen, avlanmayı sevdikleri halde asla domuz avlamıyor, beslemiyor ve yemiyorlardı. Türk Töresi domuz yemeyi baştan beri yasaklamıştı. Oysa Proto-Moğollar yaban domuzu avladıkları ve domuz besleyip yedikleri için Türkler tarafından “domuz yiyenler” anlamına “Tunguzlar” diye nitelendirilmişti. Sibirya herhangi bir üretime imkan vermediğinden avcılık, yağma ve çapul Tunguzlar’ın hayat tarzını teşkil ediyordu.22 Güneyliler ise, sınıflı, toprağa bağlı ziraatçılardı. Gerek Çin ve gerek Hindistan’da inanç sistemlerinin de teşvik ettiği vejateryan beslenme tarzı, kitleleri doyurmanın tek yoluydu. Hatta Hindistan’daki ineği tabulaştırma, büyükbaş hayvan gücüyle yapılan tarımın devamına teminat olarak gösterilmektedir. Dolayısıyla güney insanları, kendi coğrafyalarına olan bağımlılıklarını modern zamanlara kadar aşamamışlardır. Üstelik, Brahmanizm, Budizm ve Taoculuk, dış aleme kayıtsızlığı sürekli teşvik etmektedir. 23
Kuzey ve güneydeki bu iki ayrı dünyaya mukabil bozkır, at ve koyun coğrafyasıdır. Bozkır toplumlarının bilhassa kuzeyden gelecek ganimet avcısı sürülere karşı daima teyakkuz halinde bulunmaları hayatî bir zaruretti. Dolayısıyla sürekli bir toplumsal uyanıklık ve özellikle yadigârını mehterde yakaladığımız “nöbet” sistemi, bu tarihî tecrübenin sonucudur.24 Türkler için güney ise, entrika ve hile ülkesi olarak algılanmıştır. Çin’e ve Hindistan’a uzaktan hükmetmek ve onları vergiye bağlamak en sağlıklı yöntem olarak belirmektedir. Aksi halde teşkilatçılık ve pazu gücüyle bu coğrafyalardaki geçici hakimiyet, akıbetinde daima asimilasyon ve hüsranı getirmiştir. Çin ve Hint kültürü binlerce yıldır zaferi mağlubiyetinden çıkarmanın yöntemleştirildiği kültürlerdir. Bilge Kağan, Orhun Abideleri’ndeki veciz hitabesinde: “Yurt tutacak yer Ötüken bölgesidir. Güneye gidenlerin, Çin’e gidenlerin akıbeti hüsrandır. Oralarda beylik evlatlarınız, oğullarınız köle, hanım kızlarınız cariye olur. Gidenlerin kârı, kemiklerinin dağ gibi yığılmasından başka bir şey değildir”,25 mealindeki unutulmaz sözleriyle, bu gerçeğe nesiller boyu dikkat çekebilmek için o taştan abideleri diktirmişti.
Coğrafya ve iklimin medeniyetlerin şekillenmesindeki rolü teslim edilmiştir. Her toplum gibi Türk toplumu da içinde yaşadığı tabiatın, coğrafyanın, iklimin imkan ve mahrumiyetleri bağlamında bir takım sosyal ve medenî okumalar yapmış, göstergeler edinmiş, yaşama gücünü sürekli kılan refleks ve hassasiyetler kazanmıştır. Bu gösterge ve hassasiyetler, Türk’ün askerî dehasının da kaynağıdır. Her şeyden önce, bütün canlılar gibi Türk boylarının da devam ve beka ihtiyacı vardı. O ihtiyaç, bozkır coğrafya ve ikliminin elemanları arasından çıkartılmıştır. Dost-düşman algısı o şartlar itibariyle şekillenmiştir.26 Dostun ve düşmanın tabiata ve beşerî yapıya dönük yüzleri vardır. Oğuz Destanı’nın Uygur nüshasında “çalang bulangtan korkmak”27 şeklinde geçen ibare W.Bang ve Muharrem Ergin’in tahminlerinin aksine, “Tanrı’ ve şeytandan” değil, “tabiî ve beşerî düşmandan korkmak” şeklinde anlaşılmalıdır.
Kurt
Yukarıda kuzey ve güney halklarına dönük düşmanlık ihtimallerine değinildi. Bozkır tabiatının, iklime intibak adına dayattığı güçlük, yaylak-kışlak modeliyle aşılmıştı. Ama bu çetin hayatın amansız bir düşmanı daha vardı. Bu düşman bozkırda yaşamanın üstadıydı: Kurt sürüleri. Koyun sürülerini kırıp geçiren bu amansız hasım, tabiatın ona bağışladığı yaşama azmi, koordinasyon yeteneği, liderine itaat ve cesaret gibi bir bozkırlı için baha biçilmez melekelerine dayanarak, onlara en gafil ve savunmasız zamanlarında saldırıyordu. Kurt “akıllı düşman”dı. Bugün dahi otuziki Tük lehçesinde ortak kullanımı bulunan atasözünde de söylendiği gibi28, bu akıllı düşman öğretici olmuştur.29 İslâmî dönemde “hilal taktiği” yahud “Turan Taktiği” adları da verilen meşhur Türk stratejisine “kurt kapanı” denmesi, gerçekten kurt sürülerinin saldırı yönteminden ileri gelmektedir.30 Kurttan hayat dersi alınmıştır. Onun ehlileşmez ve tabiatın verdiği yetenekten vazgeçmez tutumu, başarısız bir saldırıdan sonra geri çekilerek yeni ve daha güçlü hamlelere hazırlanması, yaptığı işteki ustalık, düşmanın zayıf anını ve yerini gözlemesi…vb. bozkırlı bilgeliği için değerli ilkeler olmuştur. Gene Bilge Kağan: “Babam İstemi Han’ın askerleri kurt gibi, düşman ise koyun gibiymiş”31 benzetmesini yaparken, halkına anladığı dilden sesleniyordu.
Türk Töresi’nin nihaî hedefi, bir “dünya düzeni” kurmaktır. Dünya düzeninden kasıt, insanlığı barış içinde yaşatmak idi (Türk devletine bu sebeple “İl” denmiştir. Çünkü il kelimesinin barış anlamı vardı).32 Hunlar’dan beri değişmeden devam ettiğini gördüğümüz bu ideal, Yusuf Has Hacib dilinde “kurtla kuzunun bir arada yaşatılması” şeklinde ifadesini bulmuştur. Aynı ana fikrin diğer ifadesi ise: “Cihana kut kuşağı bağlatmak” şeklinde kaydedilmiş.33
Tabiatın öğreticiliği her zaman sükûnet ve dostane yöntemlerle gerçekleşmiyor. Hatta çoğunlukla tabiat hayatî bir tehdit eşliğinde öğretiyor. Tehdidin şiddeti, o gücü yanına alma fırsatlarını arama sebebidir. Totemin kaynağı da bu değil mi? Kurdun Türk muhayyilesinde totemleşmesi, ona rağmen, ona karşı bir yaşama formülü bulma çabasındandır. Böylece neslini kurda hasrederek “hayat sırrını” bozkurttan devşirmek şeklindeki yorum, değerli felsefecilerimizden Safiye Erol’un felsefî antropolojik yöntemle bulduğu bir açıklama modelidir.34 “Türk” adını Töre’ye, Töre’yi de Tanrı’nın türetici niteliğine, türemek kavramına bağlayan yaklaşımın35 telkin ettiği fikir, bu insan tipinin türeyiş kurallarına dikkat kesildiği, doğal çevresinin ilham ve dikte ettiği hikmeti hayatında ilkeleştirdiği hükmünü verdiriyor. İşte kurt bu öğretici elemanların önde gelenlerinden biri gibi duruyor.
Değerler Sisteminin Oluşumuna Dâir
Değerler sistemi; öncelikle toplumun ortak tecrübelerinin eseri olan inanmalarının meydana getirdiği ve müştereken kullanılan bir soyut tecrübî alandır. Derinliği olmayan bir bakışla ele alındığında durağan görünen değerler sistemi de her şey gibi aslında derinliklerinde sürekli değişime uğramaktadır. Değerler sistemi geçmiş kuşakların tecrübelerinden süzülerek soyut prensiplere intikal eden ve muhtelif hayat sahnelerinin tazyikiyle çelişkileri büyük ölçüde çözülen bir sistemdir. Yeni kuşaklara yaşama rehberi olma özelliği varlık ve devam sebebidir. Aslında değerler sistemi tarihî tecrübenin yarattığı toplumsal anlaşmanın, toplumlaşmanın,Tarihçi kurgu ve kuruntularının ötesindeki, kültürle beraber toplum gündeminde bilfiil yaşayan tarihin en önemli bölümlerindendir.
Değerler sisteminin vücut bulması oldukça karmaşık bir mekanizma sonucudur. Bir yandan anonim tecrübelere, bir yandan inanç sistemlerine, bir yandan ilmi etkinliklere ve form koyucuların mahsullerine dayanmaktadır. Bunlardan her birinin tek tek eseri olan değerler bulunduğu kadar, ikisi üçü veya tamamı müştereken değerler oluşturabilirler.
Bir takım prensip veya hükümlerin, toplumca kabullenilen formasyona yükselebilmesi, toplumda zaman içinde tecrübe edilerek isabet ve yararını ispatlamasına bağlıdır. Bu süre zarfında toplum önüne konulan hükmü, ihtiyaçları zaruretleri ve hal–i hazır dengesi bakımından sınar. İşine yaradığı durumlara göre düzeltme ve takdim tehirlere
tabi tutar. Önündeki hükmü ilgili öteki değerlere göre akord ederken, önceki değerlerinin terkibinde de bir tahavvülat gerçekleşir.
Yani, değerler sistemi dediğimiz yapı, insan ve toplum hayatının her noktasıyla münasebettedir. Bu münasebetin odak noktası “denge” kavramı olmaktadır.
Denge kavramı, zıt değerlerin birbirlerini nötrleştirdiği sükunet noktasına, güven noktasına işaret eden sihirli bir kavramdır. Rahatlık ve güvenlik o sükunet noktasında mümkündür. Bu emniyet noktası ise aşırılıkların dışarıda bırakılması ve insanın, içinde bulunduğu çevre ve toplum bakımından genel kabul gören kurumlar içerisinde kendi yerini belirleyebilmesi imkanı demektir. Değerler sisteminin değeri de bu imkandan kaynaklanıyor.
Velhasıl inanma ve anlamanın insanı dik tutan gücünü varlığının derinliklerinde bulan insan, o dik duruşunu sağlayan bir alt yapı sistemi olarak inanma ve anlamasında değerler sistemini vazgeçilmez bir zemin olarak kullanmaktadır.36
Fikrimizce inanma, aynı zamanda bir soyutlama ve bir anlam terkip etme (yaratma) özelliği taşır. Daha ötesi sadece anlam yaratma niteliğiyle kalmaz, kendindeki devamlılık süresince o anlamı diri tutar.
Bilindiği gibi soyutlama denilen zihni işlem, aslında dış alemde müşahede edilen somut varlıkların bir takım sembolik ve baskın özellikleri seçilerek zihinde yeniden kurulması, kavramlaştırılması, zihnî bir varlığa dönüştürülmesi; yeni bir anlam çerçevesinde onun zihinde yeniden yaratılmasıdır. Fakat bu eylem hem tamamen subjektif, hem de eylemin sonucunda doğan ürün bakımından asla somut alemle birebir örtüşmeyen yeni bir şeydir. Yeni bir şeydir de, patenti soyutlayana ait bir anlamdır. En sıradan soyut değerlerden en ileri soyut değerlere kadar, hem ilk imal edilişlerinde, hem de öğretim yoluyla aktarılırken, bu değerlerin talibi olan herkese göre, subjektiviteleri bozulmaz, her zihinde yeniden kurulur, yeniden anlamlandırılır, yeniden çerçevelendirilir. Soyutlama eylemi, kurulan soyut değerin nesnel alemdeki karşılığını temsil ettiğine inanılmadan mümkün değildir. Ancak soyutlama işlemi bir sembolleştirme, zihnîleştirme ve kavramlaştırmadır. Herkes bilir ki, ateş kavramı ateşin kendisi olmaz. Ancak ateş kavramını soyut bir değer olarak, her bir insanın ateş algısı farklı da olsa, ateş yerine kullanırız ve inanırız ki, ateş kelimesi ateşin kendisini temsil eder. Kavramın ateşle uzaktan yakından ilgisi olmadığı, ateş diyenlerin yanmadığı, ateşi düşünenlerin beyinlerinin tutuşmadığı bir vakıadır. Yani bu soyutlama tamamen insan zihninin ürünü, yeni bir anlam yaratmadır. Dolayısıyla soyutlama, oluşturulan sembolün aslını temsil ettiğine inanmak olduğu kadar, inanma da tamamıyla bir soyutlamadır. Yani aslında insan kendi yarattığına inanan ve yarattığı için inanabilen bir varlıktır.
Şöyle söylense de olur: İnsan inandığı için yaratabilmekte, yarattığına da inanmaktadır.37
Medeniyet, üzerinde toplumsal mutabakata varılan soyutlamaların tekrar somut aleme yansıtılıp varlık aleminde vücut kazandırılmasından ibarettir. Medeniyetler arasındaki fark ise, toplumlardaki soyutlama mekanizmasının muhatabı olan somut hayat şartlarıdır. Coğrafyası, iklimi ve buna bağlı hayat formları, bu hayatın temel elemanları, toplumsal soyutlamalara zemin vermektedir. Mesela; Arap kültürü için bir “deve kültürü”dür, denmektedir. Tek sebebe indirgemeyelim ama, Arap toplumunun çöl coğrafyasında yaşadığını unutmadan, o coğrafyanın sunduğu en önemli iki imkan olan deve ve hurma faktörleri üstünde varlık kazandığı aşikardır. Arap kültürü ve dili bu sebeple en soyut kavramlarında dahî bu temel elemanlara yaptığı göndermeyi muhafaza etmiştir. Söz sanatlarıyla ünlü Arap edebiyatı, aynı zamanda bir nüans edebiyatıdır. Ama o ulaştığı bütün inceliğe rağmen, en umulmadık kavramlarında dahi, kelimenin kök anlamına inildiğinde deveye, hurmaya veya çöle dair somut bir nesne veya duruma gönderme yapmaktadır.
Aynı mekanizmanın Türk kültürünün yaptığı soyutlamalarda işlemediğini kimse iddia edemez. Türk kültüründe ve dilinde de at, koyun, demir, bozkır, kurt ve teşkilat, düzen, iş bölümü, liderlik, modüler düşünce varlığını daima hissettirmiştir. Özellikle Türkçede sayısız izler bulmak mümkün: “Süreç, sürmek, sürücü, sürgü, sürgün…” gibi bir çok kavramın kökünde sürmenin asıl muhatabı olan ve bundaki devamlılığı belirleyen “sürü” kelimesini; “atılganlık, atmak, atlamak, atlatmak, atışmak, atak, atamak, atıştırmak…”, çocuklara söylenen “attaa gitmek!” gibi bir çok hareket ve hamle gücü ifade eden kelimelerde, hareket ve hamleyi kendisinde tanıdığı “at” figürünü; “konuşmak, komşu, konuk, konak, konu, konuşlanmak…” gibi kelimelerin temelinde konar-göçer devir yadigârı “konmak” fiilini; “okumak, okuntu, okuyucu, okur…” gibi kelimelerde yaya takılan “ok”u; “yazmak, yaz(mevsim), yazı(ova), yayla yazar…” gibi kelimelerde okun takıldığı “yay”ı; “anlam, anlaşma, anlak, anı” gibi kelimelerde ikaz ve sınır anlamındaki “ang” kelimesini; “yarmak, yaratmak, yara, yar, yarık, yaramak, yaraşmak, yarış…” gibi kelimelerin temelinde yarıp içini açmayı, sanki bir kılıç vuruşunu…vb. bulmaktayız. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Örgütlenme Yeteneği
Bazen Cengiz Han’a da mal edilen meşhur bir atasözü: “Bir çivi bir nal, bir nal bir at, bir at bir yiğit, bir yiğit bir ordu, bir ordu bir memleket kurtarır” der. Bu atasözünün, en alt sıradaki bir elemanın en üst perdeden bir stratejik hedefi ele geçirmede üstlendiği hayatî rolü göstermesi; bakım, disiplin ve lojistik desteğe yaptığı gönderme açıktır. Ama burada öncelikle dikkat çeken taraf, asker-sivil ayırımı olmayan Türk toplumu nezdinde bünyeyi meydana getiren en küçük elemana ve koordinasyona yaptığı vurgudur. Koordinasyon bir defaya has bir eylem için gerekmiyor. Düzene ve iş birliğine olan ihtiyaç daimîdir. Bu ise teşkilat, kurum demektir. Tarihte Türkler’in ortaya koyduğu muhtelif teşkilatlanma modelleri görürüz. Bunlardan bazıları zamanla işlevini tamamlamış ve sahneden çekilmiştir. Ama bazıları bugün bile bazen kurumsal planda, bazen örf ve adetlerde, folklorda ve bir takım gelenekli sanatlarda varlıklarını hissettirmektedirler. Sahneden silinenler arasında “Alplik” teşkilatını, “Ahî” teşkilatını, “Bacılar (Bacıyan-ı Rum)” teşkilatını örnek verebiliriz. Bu teşkilatlar çok defa toplum psikolojisininde bıraktıkları izlerle varlıklarını muhafaza etmektedirler. Mesela Alpliği zamanla Gaziyân-ı Rum’a dönüşmüş görürüz. Bazen bir Seğmen, bazen bir Efe olarak asırlar sonra yeniden dirilebilir. Bu dirilmeler, toplum psikolojisinde varlığını devam ettiren o derin hatıraların kimlikte yaşaması sayesindedir. Fakat bir teşkilat var ki, binlerce yıldan beri sadece Türk toplumunda değil; bütün dünya toplumlarınca taklit edilmiş olarak halen capcanlı, belki de en canlı bir medenî kurum olarak ayaktadır. Bu teşkilat büyük Hun hükümdarı Motun’dan (MÖ.209-174) beri işleyen “onlu askerî sistem”dir. Ancak Türk toplumsal örgütlenmesi yalnız onlu modelden ibaret değildir. Bir diğer kurum da “onikili boy teşkilatı”dır. Bu model de Büyük Hun İmparatorluğu’ndan beri tanıdığımız bir örgütlenme biçimidir. Efsanevî Hun hükümdarı Motun’un onlu sistemle birlikte işlerlik kazandırdığı düşünülen onikişerli iki grup boy söz konusudur. Motun’un onarlı sistem uyarınca teşkil ettiği yirmi dört tümenin her birinin aynı zamanda bir boy olarak da şekillendirildiği düşünülebilir.38 Ama bir vakıa var ki, bu iki teşkilat aynı anda ve örtüşük biçimde faaldir. Çok sonraları “Oğuz Boy Teşkilatı” adıyla meşhur olar bu Hun teşkilatlanma modelinin izleri bugün dahî Rumeli’de Anadolu’da bütün Asya’da gözle görünür biçimde devam ediyor. İsimleri, bazen de cismleriyle: Bozok Yaylası, İçel, Taşeli(Dış İl) Platosu .. gibi yer isimleri yanında; Kayılar, Bayatlar, Avşarlar, Salur, Üregir, Kınıklar…vs. gibi topluluklar da halen o boyların devamı ve adına Türk Milleti dediğimiz toplumun nüvesi niteliğiyle berhayattırlar.
On ikili model, aynı zamanda varlık ve zaman algılarını yansıtan göstergelerdendir. Eski Türkler’in dünya tasavvurları “tört bulung” (dört köşe) anlayışı üzerine oturmaktaydı39: Gündoğusu (doğu), Günortası (güney), Günbatısı (batı), Tünortası (kuzey). Bu yön kavrayışının zaman algısına bağlı olarak şekillendirildiği açıktır. Zamanı ise, coğrafyanın realitesi bağlamında dört mevsim ve on iki ay olarak tespit etmişlerdir. “On İki Hayvanlı Türk Takvimi” asırlarca kullanılmıştır. Unutulmaz Türk tarihçisi Osman Turan’ın silinmez iz bırakan eserlerinden biri o konu üzerinedir.40 Boylar, hakanı merkez kabul ederek ilk on ikisi (Bozoklar, İç Oğuz, İç İl adlarıyla) sağda, yani devletin doğu ve güney bölgelerinde; ikinci on ikili grup da (Üçoklar, Dış Oğuz, Dış İl adlarıyla) solda yani devletin batı ve kuzey bölgelerinde konuşlandırılmışlardır.41 Burada hemen belirtmeliyiz ki, Türk boy teşkilatının elemanları oryantalist sosyoloji tasniflerindeki klan ve kabile tarifleriyle asla bağdaşmaz. Bir boy, genel bir millet anlayışının temel birimi olarak belirir. Bu belirme, öncelikle bütün bir evren tasavvuru bağlamındaki inanışın eseri olarak tasarlanmıştır. Boyların varlığı ikinci planda ise birer sosyo-ekonomik ve askerî birim olarak işlev yüklenmesiyle meşruiyet kazanır. Dolayısıyla ilkel ve tesadüfî topluluklar diye sunulan klan derekesine indirmek, boy kavramına yabancı olmaktan gayrı anlam taşımaz.
Türk kainat görüşü iki kanatlı bir yapı arz ediyor. Ancak burada da ilk görüntüye aldanıp bir biriyle çelişen ve iki zıt kutbun kozmik kavgasına dayanan düalist tasavvurlarla karıştırmamak gerekir. Fakat iki kanatlılık olgusu Türkler’de bir birini tamamlayan fonksiyon birliğine gönderme yapar. Yani, dikotomiktir. Konuya çeşitli oryantalist yabancı yaklaşımların ve onların uzantısı yerli bilimsicilerin eski Türklüğe dönük şamanistik ve klancı, totemci yaklaşımlarına itibar etmeden bakılmalıdır. O yaklaşım Türk kültürünün dayandığı dünya görüşünü saklayan ve örgütlenme modeli göz önüne alındığında hiçbir şekilde mümkün olamayacak bir iftiradan ibarettir. Boy teşkilatı haricinde bir tek Türk yoktur. Boy, Töre mucibince şekillenir. Töre’ye aşağıda daha genişçe bakacağız. Dolayısıyla bu iftiraların amacı, geçmişi tahrif etmekten ziyade, geçmiş kullanılarak bugünkü Türk kimlik algısını şekillenemez, meflûç bir hale getirmektir.
Türk mantalitesinde kainat gök ve yer olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Gökyüzü Tanrısaldır. Yeryüzünden daha kıdemli, muktedir, üstün ve yücedir. Merkezinde güneş vardır. Ay ve yıldızlar onu tamamlar. Dolayısıyla yeryüzünün yüzü güne bakan doğu ve güneyi de göğe nispet edilerek üstün bulunur. Türk boy teşkilatının sağ (ong) kolu (Bozoklar) daha kıdemlidir. Merkez hakandır. Destânî ifadeyle (bunların birer sembol olması kuvvetle muhtemeldir) Günhan, Ayhan ve Yıldızhan sağ kanat boylarının ataları sayılırlar. Hükümranlık, liderlik, toplumun sorumluluğu öncelikle kendi iç hiyerarşileri sırasıyla bunların uhdesindedir. İkinci kanat yeryüzüdür. Dağ, deniz ve göl sembolleriyle tanımlanmaktadır. Bu motifler Dağhan, Denizhan ve Gölhan’ı atası bilen sol kanat boylarına (Üçoklar) gönderme yapmaktadır.42 Oğuz Kağan Destanı’ndaki bu kozmik-beşerî şema bir başka sembolle bütünleştirilmektedir: Ok-Yay!
Ok-Yay ve Onikili Boy Teşkilatı :Başlığı ile devam edecek…!
21 Haz 2018 0
27 Nis 2018 0
20 Şub 2018 0
20 Kas 2017 0
AK Parti İzmit İlçe Başkanı Halil Güngör Dokuzlar, Milli İrade Meydanını eleştiren İYİ Parti İzmit İlçe Başkanı Halim Tamyüksel’e cevap […]
Ülkenin çökmüş sendikacılığının içinden doğan ve kurtarıcı gözüyle bakılan sendikası Hürriyetçi Eğitim Sen ülkenin kanayan yaralarına merhem olmaya devam ederken […]
İnegöl’de çok daha riskli bölgeler öylece dururken, Devlet Hastanesi karşısındaki merkezi bölgedeki konutların bulunduğu alanın apar topar kentsel dönüşüm uygulama […]
15 Haziran 1928’de Atatürk ile görüşen Gerard Vissering’in uzun çalışmalar sonucunda hazırladığı rapor ve tüzük yüz yıla yakın bir zaman […]
İYİ Parti Bursa Milletvekili Selçuk Türkoğlu, inşaat çalışmaları tamamen duran Ali Osman Sönmez Çekirge Devlet Hastanesi sorununu Meclis gündemine taşıdı. […]
Ağustos’taki Vatan Hilmi Özden Ağustos ayı; şanlı tarihimize zaferler ayı olarak geçmiştir. Müslüman Türk Milleti 26 Ağustos 1071 yılında Malazgirt […]
TBMM Sağlık Komisyonu Üyesi CHP Kocaeli Milletvekili Prof. Dr. Mühip Kanko, Türkiye’de sağlık politikalarındaki geri adımları ve yanlış kararları […]
Sabit ve dar gelirli vatandaşlar için TOKİ aracılığı ile uygun ödeme koşullarıyla yapılacağı sözü verilen 100 bin konutluk projedeki binlerce […]
Niyet başka akıbet başka! Prof. Dr. Ata Atun Yunanları ve Rumları, aile yapıları, kültürleri, inanışları, eğitimleri, mizahları, kafa yapıları, […]
“Barış için genel af şart” Milliyetçi Sol Parti (MİLLİ SOL) Genel Başkanı gazeteci Hüseyin Alpay, Türkiye’deki cezaevlerinin toplam kapasitesinin 250 […]
Çok değerli bilgiler için çok teşekkür ediyoruz. Elinize sağlık. Selamlar.