Sahiden yazan kimselerin karşılaştıkları en önemli mesele, konuyu sınırlandırma meselesidir. Nasıl olmasın? Hangi noktadan başlarsanız başlayın, dilin çözülme ve düzene sokma zarureti sebebiyle herhangi bir alanı doğal yekpareliğini incitmeden ortaya koyamazsınız. Nerden girerseniz girin, her kullanılan kelimeden sonra seçilmeyi bekleyen birçok alternatif kelime karşınızdan size “beni, beni” diye göz kırpmaktadır…
Onca alternatif neden vardır?
Neden vardır?
Evet evet, neden vardır?
Bundan kolay soru mu olurmuş, değil mi?
Çünkü varlık ve hayatın elemanları arasında binbir türlü ve mecburî bağlar bulunur ve siz o bağların arasında durmadan bir kısmını hikayenizin içine çekmek, asıl çoğunluğu dışarda bırakarak yürümek zorundasınız.
Yani her yazıcı gibi, aslında kopmaz, yekpare olan varlığı/hayatı parçalamak zorundasınızdır… Parçalarken de, seçimlerinizi tekrar terkib ederken de “Bir’in sancısı”na tutulursunuz. Seçtiğiniz parçalarla da yeni, ama sentetik bir yapı inşa edersiniz.
Acaba o sancıyı, gerçekten duymadan, düşünmeden kalem oynatan var mıdır? Varsa bile o sancıdan bihaber kala kala nasıl yazabilmektedir, ben de bu meraktayım.
Hayatındayken asla tasvib etmediğimiz, ölümüne de vah vah demediğimiz kalın derili ve edebiyatın ruhuna yabancı meşhur yazarlar vardır ya!
Bu adamlar birliği kanata kanata nasıl yazabiliyorlar, yazabildiler!
Buna pek şaşarım. Belki de böyle birilerinin yarattığı hüznün eseriydi, bir dörtlük dökülmüştü bir zamanlar dudaklarımdan:
Kubbelerden savrulunca periler,
Düğümler çözülür, sırlar ağlarmış;
Can evinde oynarsa serseriler,
Hakikat gönülde nasır bağlarmış!..
***
Sanıyorum Fuzulî’nin bir beytiydi:
Bir dem koşalım sadâ sadâya
Gelin ağlayalım bu mâcerâya… diyor, kadîm usta!
***
Dikkate, üzülmeye değmez mi?
Bu kalın adamların kayıpları nefislerinde, kendileriyle sınırlı kalsaydı bu kadar geniş bir boşluk hissine kapılmazdım sanırım… O ömre bir yazık, okuyucusuna iki yazık…