Alâka ve sevgilerimizin diriltici tesirini pek göremeyiz. İnsan yaşarken, zamanını her daim o anda, herkeslerin şimdisinde tutmuyor.
Herkesin şimdisi?!
Veya şöyle söyleyelim: Herkesin ortaklaşa yaşadığı “şimdiler” o kadar fazla değil. Şimdilerimizi alakalarımızın yoğunlaştığı yerlerde biz yaratıyoruz. Sevdiğimiz, duyduğumuz çerçevelere hayat veriyoruz yani.
Âşık Veysel’in:
Güzelliğin on par’etmez
Şu bendeki aşk olmasa
mısraları, “zamanın içini dolduran o şey”e dair de bir ölümsüz mana vadisini işaret ediyor. Bir “yaratılmış” vaktin çocukları, aynı tik-takları dinleyen kulaklar da olsak, bambaşka idrakler, tempo ve akış hızlarıyla, ümitler veya hüsranlarla dolduruyoruz o tik-takların içlerini… Ruhlarımızda esen rüzgarlar zamanın manasına dönüp duruyor…
Hemen yanıbaşımızda kopan kıyametten de habersiziz, gözümüz önünde gerçekleşen nice ba’s ü bâdelmevtten de… Niye? Çünki biz bambaşka bir aşkın, alaka veya emelin hülyasındayız da ondan.
Bu standardçı eğitim ve toplumsallık sopaları fezamızda ne kadar dönerse dönsün, ruhlara mutlak manada hükmetmek de bir aldanış.
Her ruhun bu imkanla geldiğine uyanmak da bir dem meselesi sanırım.