mahmutBizim eski kültürümüzde insanoğlunun özel yaşam alanı hiçbir zaman ekonomik değere konu olan bir emtia aracı olarak görülmemiştir. Her malın bir fiyatı olduğu gibi içinde yaşanılan ahşap ve kâgir evlerin, haremlik ve selamlıktan oluşan devasa konakların da zamanın şartlarına göre değişen reel bir değeri olmuştur elbet. Ama irfanla yoğrulmuş insanımız gönlünün ve ruhunun buğusunu akıttığımekâna hiçbir zaman için bu gözle nazar etmemiştir. Kimi zaman elem ve kederin, kimi zaman ise sevinç ve sürurun tütsülendiği o çatıaltındaki yuva her şeyden evvel huzur ve mutluluğun mayalandığı bir saadethanedir.

İnsanoğlu kendisine lütfedilmiş olan hayat nimetinin en tatlı anlarını o mekânda yaşar. O çatı altında gönlü ve ruhu en şefkatli demlerin hatıralarıyla dolar. İlk ve hakiki mürebbisi olan ebeveyninden ezeli ve ebedi ahlâk prensiplerini orada öğrenir. O itibarla bizim kadim geleneğimizde insanımızın özel yaşam mekânı ne bir mal, ne de bir evdir; o, kucağında dünyaya “merhaba” deyip hayat merdiveninin ilk basamaklarını tırmanmaya başladığımız bir yuvadır. İleriki yıllarda orada yaşamasak bile, o ev hatır ve hayalimizden ne zaman geçse eski hatıraların buğusu gözümüzde ve gönlümüzde tütmeye başlar. Acıyla tatlının karıştığı, saadetle kederin sarmaş dolaş olduğu içinde hasret barındıran bir melâl duygusu ılık bir bahar meltemi gibi ruhumuzu okşar, geçer. Bizim mana dünyamızda ev budur.

20140808_160150 (1)

 

Kıbrıs seyahatimiz esnasında Girne Çamlıbel’de öyle bir ev gördük ki yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız manaların hiçbirisini orada hissetmeye imkân yoktu. Gördüklerimiz ve işittiklerimiz bize o duyguların hiçbirisini tedai ettirmiyordu. Bu mekân bir yuvanın sahip olması gereken hususiyetlerden hiçbirisine sahip değildi. Evin geçmişini ve içinde nasıl bir hayatın hüküm sürdüğünü işittikçe burasının bir ev değil de daha dünyada iken sırtına cehennemini yüklenmiş zalim ve korkak bir adamın mahbesi olduğunu fark ettik. Hayatın manasını kavrayamamış bir zavallının kendisi için hazırladığı ultra-lüks bir hapishane olduğunu anladık. İşittiklerimizin, bir kısmı şehir efsanesi olsa bile, muhakkak ki ciddi bir gerçeklik payına sahipti birçoğu. Zira ateş olmayan yerden duman çıkmazdı. Rehberimiz anlattıkça artık hayal olmuş bir hakikat bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önünde canlandı. Mihmandarımızın güzel ve canlı anlatımı her bir köşesinde binlerle sır saklayan dilsiz duvarların manidar sükûtuyla birleşince hayalimiz daha da coştu ve gözümüzün önünden akmaya başlayan film şeridi bize ibret aynasından Paolides’in hayatını seyrettirdi.

1111111957 senesinde inşaa edilen bu saray yavrusu halk arasında Mavi Köşk olarak biliniyordu. Paolo Paolides isimli aslen hukukçu olan bir mafya babasının eviydi burası. Kıbrıs doğumlu ve İtalyan asıllı bir Rum olan bu silah kaçakçısı gangster, bir dönem Ortadoğu’nun en ünlü silah baronuydu. Aynı zamanda adayı Yunanistan’a bağlamaya niyetli Enosis heveslisi Başpiskopos Makarios’un da avukatlığını yapıyordu bu meş’ûm adam. Gerçekte ise avukatlığını, yaptığı silah ticaretini maskelemek için kullanıyordu. Bütün iş ve özel ilişkilerini Doğu Akdeniz’in en mutena köşesine yaptırdığı bu evden yönetiyordu.

 

 

 

 

Günümüzde askeri bölgenin içinde kalan köşkün bütün bölümlerini asker olan rehberimizin kılavuzluğunda gezdik. Köşkün alt katında dikkatimizi çeken ilk unsur müzik odasının içine yaptırılmış olan küçük, fakat son derece güzel tasarlanmış süt havuzuydu. Rehberimizin anlatımına göre bu havuz köşkün bayan misafirleri için düşünülmüştü. Hanım misafirler süt banyosu yaparlarken bir yandan da müzik dinleyerek rahatlayacaklardı. Bu arada ünlü aktrist Sophia Loren’in de köşkte ağırlandığını ve burada süt banyosu yaptığını öğrendik.

DSCF3646 (1)

 

Mavi Köşk son derece ilginç ayrıntıları sinesinde barındıran bir ikametgâhtı. Rehberimizin eşliğinde gezerken köşkün ilginç serüvenine şahit olmaya devam ettik. Evin içindeki möblelerin çoğu orijinaldi ve devrinin özelliğini yansıtıyordu. Evin en ilginç özelliklerinden birisi ise Westinghouse marka merkezi klima sistemine sahip olmasıydı. Köşkün yapıldığı dönemde hemen hiçbir yerde olmayan klima sistemi burada mevcuttu. Daha neler yoktu ki bu saray yavrusunda… Kuş tüyü yastıklı stres koltuklarından mevsimine göre renk değiştiren bukalemun derisinden imal edilmiş içki dolabına, İtalyan işi yer döşemelerinden istenirse yirmi dört saat şarap akıtan aslanlı çeşmesine kadar her şey devrine göre birer tasarım harikasıydı.

20140808_165409

Bütün bu göz kamaştırıcı detayların yanında evin sahibinin güvenlik endişesini gidermeye yönelik mekanizmalar da yok değildi. Evin üst kattaki odalarından birinde bulunan Paolides’in uzak doğudan getirttiği dokuz boyutlu güvenlik aynası bunlardan biriydi. Burası gangsterin günah çıkartma odasıydı. Aynanın karşısına geçip günah çıkartırken bir yandan da odanın her köşesini seyrediyordu. Bu dokuz boyutlu aynadan odanın istisnasız her noktası görülebiliyordu. Ayna arkadan gelebilecek tehlikelere karşı tedbir amaçlı yapılmıştı. Dua edip günah çıkartırken bile tedbiri elden bırakamıyordu Paolides! Bu öyle bir korkuydu ki sahibini her an, hatta Tanrı’ya yönelirken(!) bile tetikte olmaya mecbur kılıyordu.

Bu odada dikkatlerden kaçmayan bir başka önemli ayrıntı da kapının karşısına denk gelen noktada yer alan para kasasıydı. 1977’de Ankara’dan gelen bir heyet tarafından bu kasa açılmıştı ve içinden yirmi sterlin para ve bir adet de altın anahtar çıkmıştı. Bu anahtar köşkün her yerinde denenmiş fakat hiçbir yere uymamıştı. Günümüzde Genelkurmay envanterine kayıtlı olan bu anahtarın zenginlere satılan ve bugün dünya üzerinde yedi adet olduğu tahmin edilen cennet anahtarlarından biri olduğu sanılıyordu.

Gezdiğimiz odalardan birisinde gördüğümüz bir başka önemli ayrıntı ise Paolides’in hemen hemen hiç kimseye güvenmediğini gösteriyordu. Burası toplantı odasıydı. Ortada bir masa ve etrafında kanepeler vardı. Paolides’in kendine ait koltuğu ise ortadaki halkadan uzakta ve kapının yanında idi. Paolides toplantılarını, silah pazarlıklarını hep burada yapıyor ve yine tedbir olarak salonun ortasında yer alan masanın etrafındaki halkadan uzakta ve sırtını duvara dönmüş olarak bir kenarda oturuyordu. Anlatılanlara göre o, sırtını duvardan başkasına dönmemeye yeminliydi adeta…

Evin üst katında yeşil oda denilen Paolides’in dinlenme odasını gezdiğimizde de yine ölüm korkusunun farklı bir yansıması ile karşılaştık. Rehberimizin anlattığına göre bu odanın bir gizemi vardı. Kapı özel bir mekanizmaya sahipti ve onun sırrını sadece Paolides ve en yakın oda hizmetçisi biliyordu. Kapıyı açmak için kapı kolunu aşağıya doğru değil, yukarıya doğru kaldırmak gerekiyordu. Eğer birisi kapı kolunu farkında olmadan aşağıya doğru bastırırsa kilit sistemi devreye giriyor ve kapı aniden kilitleniyordu. Ani ve hiç umulmadık tehditlere karşı bile önlem alınmıştı bu evin içinde. Dinlenirken bile tedbiri elden bırakamazdı Paolides. Bu odadaki bir diğer ilginç ayrıntı ise 1967 yılı yapımı Renato marka televizyondu. Öğrendiğimize göre Kıbrıs’a giriş yapan ilk siyah-beyaz televizyondu o.

Bu odanın yanında ise Paolides’in yatak odası yer alıyordu. Burası da diğerleri gibi oldukça ilginç bir mekândı. Zira o da Paolides’in ölüm korkusundan ziyadesiyle nasibini almıştı. Yatağın yanında, yatanın sol tarafına gelecek noktada kapaklar vardı. Bu kapaklar vakt-i zamanında Paolides’in gerektiğinde kaçmak üzere yaptırmış olduğu tünele açılan kapılardı. Tünelin çıkış noktasının neresi olduğu da belli değildi. Ve nitekim tahmin ettiği gibi bu tünel onun işine çok yaramıştı. 1974’te Barış Harekâtı başlar başlamaz bu tüneli kullanarak kaçmıştı. Tünelden çıktıktan sonra ise hazırlattığı bir düzenekle tüneli patlatmıştı. O yüzden tünelin nerede bittiği ve Paolides’in tam nereye çıktığı bilinmiyordu. Rivayete göre önce yakınlardaki bir İngiliz köyüne, oradan da deniz yoluyla İtalya’ya kaçmıştı. Mehmetçiğin nefesini ensesinde hissettiği gün yaptığı ilk iş, kendisi için yaptırdığı gizli bölmeden kaçarak sırra kadem basmak olmuştu.

DSCF3628

 

Köşkün enteresan bir mimari projesi vardı. Evin iç detayları kadar, dış görünümü de ilginçti. Kuşbakışı bakıldığında ev, o dönemin meşhur İsrail yapımı suikast silahı olan Uzi’ye benziyordu. Silah kaçakçısı özel ikametgâhını bile silaha benzetmişti. Belki de o sebeple bu mekân, çevrede “kaçakçının evi” olarak biliniyordu. Ayrıca köşk hiç kimsenin dışarıdan göremeyeceği, ancak her tarafa hâkim olan bir mevkide konumlanmıştı. Böylelikle köşk silah dağıtım noktası olarak da kullanılabilecekti.

Paolides köşkün mimari projesini İtalyan asıllı mimar arkadaşlarına çizdirmişti. Daha sonraki günlerde mimar arkadaşları ve köşkün inşaatında çalışan işçiler için bir davet vermişti. Davet esnasında da köşkün güvenlik sırları ve mimari projesi başkalarının eline geçebilir endişesiyle hem işçileri hem de mimar arkadaşlarını gözünü kırpmadan öldürtmüştü.

Dünyaya gelmek âdemin kaderi, insan olmak ise bahtıdır. Paolides’in hayatı gerçekte yaşamayan fakat ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya çalışan bahtsız bir âdemin dramıdır. Hayat nimetini nefes alıp vermekle sınırlamış ve en büyük lütuf olan huzuru hırs ve iştihasıyla kendi kendisine haram kılmış bir biçarenin hayatıdır. Yıllarca EOKA’nın silahlarını temin eden ve binlerce mazlumun kanına giren bu adamın en büyük korkusu öldürülmektir. Huzur bulmak ve mutlu olmak için değil, ölmemek için yaşayan bir mahlûktur o. O yüzden de beraber yola çıktığı insanlara dahi gözünü kırpmadan kıyar.

Bütün zalimlerin ortak özelliğidir bu! Emirleri altındaki insanlara ölmeyi emrederler, kılları dahi kıpırdamadan binlerce insanı ölüme gönderirler, fakat kendileri ölümle yüzleşmek durumunda kaldıkları zaman ise özlerindeki korkaklık sebebiyle bu randevuyu sürekli olarak ertelerler.

Ötenazi isteyerek bedeni ızdırablarından kurtulmaya çalışan insanlar bile daha bahtiyardır bu korkak gangstere göre…  Fakat bu adam “Bu da hayat mı? Ölsem de kurtulsam!” diyebilecek bir şansa da sahip değildir.

Lüks otel konforundaki bu muhteşem cezaevinde korku ve buhranların anaforunda yaşayan bu adamın ömrünün tek bir günü dahi huzur ikliminde geçmemiştir. Bindiği hayat gemisi sürekli olarak korku burnundan geçmeye mahkûm bir adamın psikolojisine sahiptir o. Ne yazık ki fırtınası hiç dinmeyen puslu bir denizde yol almaktadır ve yıllar önceki tercihinden dolayı artık rotasını selamet sahiline çevirme şansına da sahip değildir. Batmamak için yapabileceği tek şey ise azami bir dikkat ve maharetle her an dalgalarla boğuşmaktır. Zira bir anlık gafletin hayatına mal olacağının farkındadır. Fırtınası dinmiş, durgun ve sessiz bir denizde yol almak, onun için sadece bir hayaldir.

Zahirde Kıbrıs’ın en güzel villasında yaşıyor görünen bu adam gerçekte hayatını manevi bir kanalizasyon çukurunun içinde geçirmiş bir bedbahttır.  Bedeni kuş tüyü yataklarda dinlenirken ruhu korku ve buhranların anaforunda savrulan, adeta hayatla ölüm arasında gidip gelen bir med-cezir hali içindedir. İnsan burada şunu düşünmeden edemez: Ölümlü olan bedenin rahatı mı önemlidir, yoksa ölümsüz olan ruhun selameti mi? İşte bu saray yavrusu,içinde gezerken bize bunları ilham ettirdi.

111111Silah pazarlıklarının yapıldığı, ölüm emirlerinin verildiği, komploların kurulduğu, mezalim ve katliamlara çanak tutan alışverişlerin yapıldığı sır kâtibi duvarların arasında dolaşırken adeta bir evin değil de bir labirentin içinde olduğunuzu sanırsınız. Köşkün içinde dolaşırken bir yuvanın huzur ve sıcaklığını değil de bir labirentin soğukluğunu ve boğuculuğunu hissedersiniz. Gerçekten de bir labirenttir burası. Huzuru teneffüs etmek için değil de içinde kaybolmak için yapılmıştır.

Servetiyle cennetini inşaa etmeye çalışırken seçtiği hayat tarzıyla cehennemini satın alan bir adamın yedi yıldızlı hapishanesidir burası. Saray yavrusunun içinde adımlarken cennetin ve cehennemin gayretlerinizden evvel tercihlerinizin bir neticesi olduğunu fark edersiniz.

Paolides’in yaşadığı bu ev adeta bir ibret akademisidir. Ama onun sadece hayatı değil, ölümü de ibret kalemiyle yazılmıştır. Yaşadığı hayat “Korkunun ecele faydası yoktur.” sözünün ispatı gibidir. Her anını öldürülme korkusuyla geçiren bu adam, neticede korktuğuna uğramaktan kurtulamaz. Kıbrıs’ı terk ettikten on iki yıl sonra 1986 senesinde İtalya’daki bir mafya toplantısında hayat defterinin son yaprağı kanla mühürlenir. Azrail ile buluşma vakti geldiği an tehiri imkânsız ölüm gongu çalar ve bu karanlık dehlizin yolcusu olan her bedbaht gibi “Su testisi suyolunda kırılır” hükmüne ram olarak bir başka zalimin elinde can verir. Her zaman olduğu gibi ilahi takdir hükmünü icra eder: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.”

 

 

20140808_160229 (1)

 

 

Mekânlara anlam katan içinde yaşayan insanların dünyasıdır. Bu ev bütün ihtişam ve konforuna rağmen soğuktur. Duvarların sır saklayan sükûtunu hemen hissedersiniz. Bu esrarengiz adamın simsiyah bir sükûnet şalının arkasından yankılanan boğuk ve soğuk sesini, “Hayatımı çok ucuza sattım!” diyen feryadını sükûtun perdesini yırtan bir derinlikten duyar gibi olursunuz.

Mavi Köşkü gezerken gönül dünyamıza bunlar aksetti.  Bu ev sahip olduğu konfora, ihtişama ve eşsiz manzarasına rağmen bize soğuk geldi. Zira bu ev ölümü kâbus bilen, evinin içinde dahi sırtını duvardan başkasına dönemeyen zavallı bir zalimin çilehanesiydi.

Paolides’in evinde belki ölüm yoktu ama ondan bin beter olan bir başka gerçek vardı. Ölümün sıcak nefesi kol geziyordu bu evin loş koridorlarında…