mahmutEcdadımızın önce kanıyla daha sonra da eserleriyle tapulayarak, Türklüğün iftihar kütüğüne kaydettiği bir coğrafya olan Üsküp şehri, maalesef günümüzde kaderin ve gafletimizin cilvesi neticesinde yad ellerde kalmış, keyfiyetsiz ve kifayetsiz muhterislerin idaresine mahkûm olmuş mukaddes ve muazzez bir vatan köşesidir. Her ne kadar bugün siyasi coğrafyamızın sınırları dışında kalmış bile olsa, sahip olduğu mana itibarıyla ilelebet kültürel coğrafyamızın ayrılmaz bir parçasıdır. Şanlı belde bu hususiyetini, tıpkı diğer Türk şehirlerinde olduğu gibi kûdemamızın iman hazinesinden fışkıran ruh ve maharet ile maddeye nakşettiği mana neticesinde kazanmıştır. Gerçekte bu Türkün maddeye üflediği mananın zaferidir. Sınırlarımız dışında olsa bile bize “Adriyatik’ten Sarı Denize kadar bizimdir” dedirten bu imtiyaz, sahipliğini muharip gücünden değil, maddeyi mana ile yoğururken, ulaşmış olduğu erişilmez çaptaki ibda kudretinden almıştır.

İşte Üsküp’te gezerken mücerredin müşahhastaki ifadesi olan bu kudretin en kadim ve nadide tezahürlerini görmek istedik. Sultanı İklimi Rum’un, Evladı Fatihan’a yadigârı olan bu şehirde adımlarken, aziz İstanbul şairinin çocukluğunun geçtiği yerleri görmeden Üsküp’e veda etmek olmazdı. Biz de öyle yaptık. Zamanda ve mekânda seyahat ederken, kendimize manevi bir rota çizdik ve onun mana dünyasında gezintiye çıktık. Yıllar önce okuduğum Haluk Dursun Bey’in “Nil’den Tuna’ya” isimli eserinde birbirine komşu olan İsa Bey Camii ile ondan daha eski bir tarihe ait olan Sultan Murad Camii’nin isimleri zikredilmekte ve özellikle de büyük şairimizin Sultan Murad Camii’nin bahçesinde geçen çocukluğundan bahsedilmekteydi. Biz de Üsküp’e ayak basar basmaz bu heyecan ve iştiyak ile bu iki camiyi ziyaret ve temaşa etmenin derdine düştük. Tarihin ara sokaklarında gezmenin ve bütün zamanların en büyük Türk şairinin hangi iklimde mayalandığını görecek olmanın heyecan ve hazzı manevisi daha Üsküp’e ayak basmadan yakıcı bir ateş gibi ruhumuzu sarmıştı zaten.

Karşılığını bulmadan teskin edilmesi mümkün olmayan bir merak ve heyecan tufanı içinde ilk durağımız İsa Bey Camii oldu. Kaynakların verdiği bilgiye göre camiye adını veren İsa Bey 1392 yılında Üsküp’ü fetheden ilk Osmanlı beyi Bursalı Yiğit Paşa’nın torunuymuş. İsa Bey’in babası olan İshak Bey ise bir rivayete göre Yiğit Paşa’nın oğlu, diğer bir rivayete göre ise evlatlığıymış. İsimlerini zikrettiğimiz dede-baba-torun olan bu üç namlı akıncı beyi fetihten sonra aynı zamanda halef-selef olarak birbirini takip eden bir zincir halinde Üsküp’ün sancak beyliğini de yapmışlar. İki kubbeli bir cami özelliği gösteren yapı giriş kapısının üzerindeki yazıdan da anlaşıldığına göre 1475-76 yıllarında inşa edilmiş. Cami İsa Bey’in ölümünden sonra onun hatırasını yaşatmak üzere tasarlanmış.

Caminin bahçesini adımlamaya başladığınız andan itibaren Türkiye’deki cami avlularına benzeyen bir dekorun içine girdiğinizi fark ediyorsunuz. Avlu girişinin hemen solunda yer alan 550 yaşına merdiven dayamış koca çınar ağacı bahçesini paylaştığı cami ile hemen hemen aynı tevellüde sahip. Biri doğanın diğeri insanın aynası olan bu iki anıt yüzyıllardan beri birbirini seyrediyor. Cami girişinin tam karşısına düşen noktada ise musluklarından şırıl şırıl suların aktığı hoş ve zarif bir şadırvan var. Yine bahçenin birkaç noktasına insanların oturması için banklar serpiştirilmiş. Bu son ayrıntı kompozisyonu tamamlıyor ve cami avlusunun Türkiye’deki benzerlerinden hiçbir farkı kalmıyor. Benzeyen sadece unsurlar da değil, bu unsurların bütünün içinde aldığı şekil, nispetler ve ortaya çıkan harmoni de çok benziyor. Manzara tanıdık olunca yabancılık hissinden uzaklaşıyorsunuz. Hatiften esen lahuti bir nefes adeta “hoş geldiniz” dercesine ruhunuzu okşuyor ve sizi sanki kendi efsunlu iklimine çağırıyor.

Caminin ayrıca geniş bir haziresi ve içinde her biri birer sanat eseri kıymetinde olan mezar taşları var. Yahya Kemal’in validesi Nakiye Hanım da son uykusunu burada uyuyanlardan. Yirmi dokuz yaş gibi çok genç bir yaşta masivaya “Allahaısmarladık” diyerek vuslata eren bu mübarek kadın bir Hâk aşığıymış. Genç yaşına rağmen sağlam ölçülerle müzeyyen bir evlat yetiştirip, onu Türk kültür ve cemiyetine bağışlamış. Sahip olduğu bu misyonla topluma karşı olan vazifesini birçok hemcinsinden daha üstün bir kavrayış ve kudretle yerine getiren bu kadının ne yazık ki aynı yastığa baş koyduğu kocasıyla hayata bakışları çok farklıdır. Rind meşrep tavır ve bohem yaşantıyı babasından devralan Yahya Kemal, gönül dünyasına akseden tecellilerin ve kültürümüze has kıymet hükümlerinin mayasını annesinden miras almıştır. Yoksa kimliğimizin en önemli ifadesi olan lisanımız için “Türkçem ağzımda anamın ak sütü gibidir” der miydi? Vaktimiz elvermediği ve bu konuda bize yardım edecek birileri de o esnada etrafta görünmediği için hangi mezar ona aittir diye tahkik edemeden Yahya Kemal’in annesi ile birlikte hazirede sırlanmış mevtanın ruhuna bir Fatiha göndererek, oradan ayrılıyoruz.

Bahçedeki bu kısa gezinti tecessüsünüzü arttırmaktan öte bir işe yaramıyor ve mabed sizi içine, kendi mahremine doğru çekiyor. Caminin içine girdiğiniz anda nefis bir manzara ile karşılaşıyorsunuz. Yapının iç mekân tasarımı göz alıcı bir albeniye sahip. Asırların ötesinden süzülerek gelen bu müstesna güzellik on yedinci yüzyılda buralardan geçen Evliyamızın da gözünden kaçmamış. Seyahatnamesinde caminin çok güzel olduğundan bahsediyor. Anlaşılan bazı güzellikler kaybolmuyor ve nesilden nesile aktarıldıkça da kıymet kazanıyor. Mekânın son derece yeni olan görünümü de dikkatimizi çekiyor. Eski bir camiye hiç benzemiyor. Bir az sonra yanımıza gelen gövdesinin üzerinde sevimli bir baş taşıyan caminin imamı ile tanışıp, sohbet etmeye koyuluyoruz. Sohbet ilerleyince caminin neden bu kadar yeni ve bakımlı olduğunun sebebi de anlaşılıyor. Cami yakın bir zamanda restorasyon geçirerek, baştan ayağa yenilenmiş. Son yıllarda Balkanlardaki birçok Osmanlı eserinin yenilenmesinde imzası olan TİKA’nın doğal olarak bu projeyi de hayata geçirdiğini düşünüyoruz. Fakat tahmin ettiğimiz cevabı alamıyoruz. Bu anıtsal mekânın cemaatin ve Üsküplü Müslümanların yardım ve gayretleriyle üç ay gibi kısa bir sürede restore edildiğini öğreniyoruz. İmam TİKA’nın restorasyon faaliyetlerinin çok uzun sürdüğünü, yakın zamanda yenilenen tarihi Mustafa Paşa Camii’nin restorasyonunun beş yılda nihayet bulduğunu, şehrin merkezinde anıtsal değeri olan böyle bir caminin uzun süre kapalı kalmasının yaratacağı sıkıntılardan dolayı camiyi kendi imkanlarıyla elden geçirdiklerini söylüyor. İmamın öne sürdüğü gerekçeyi yerinde buluyoruz. Bu coğrafya da büyük hizmetler ifa eden TİKA’nın daha hızlı ve aktif davranması gerektiğini düşünüyoruz. Buna rağmen Makedonyalı Müslüman kardeşlerin şuurlu yaklaşımı ve mefahirlerine sahip çıkma yolundaki samimi gayretleri bizi hem memnun hem de gelecekten ümitvar kılıyor.

İsmi Yusuf olan caminin genç ve güleç yüzlü imamı nurani çehreli ve eskilerin tabiriyle nasiyesi düzgün bir zât. Misafirinden tebessümünü esirgemeyen bir hâlet-i ruhiyye’ye sahip. Gönül kandilini yakıp, ihlâsla mesaisine sarılmış, vazifesine müdrik ve kültürlü bir din hizmetkârı profili çiziyor. İslam kültürünü yaşama ve yaşatmanın zor olduğu yerlerde böyle şuurlu insanlara çok ihtiyaç duyulduğunu düşünüyor, kendisini tanımaktan memnun bir vaziyette camiden ayrılıyoruz. Gezdiğimiz şehirlerden ayrıldıktan sonraki en büyük kazancımızın abideleri görmek değil de, o abidelere yüreklerindeki aşk iksiriyle hayat veren insan evlatlarını tanımak olduğunu fark ediyoruz. “Şerefü’l- mekân bi’l mekîn” diyen ecdadı rahmetle yâd ediyoruz.

İsa Bey Camii’nden ayrıldıktan sonra az ötede olduğunu işittiğimiz Sultan Murad Camii’ni görmek niyetiyle güneye doğru kıvrılıyoruz. Minaresini gördüğümüz camiye giderken, ara sokaklardan geçtiğimiz için karşımıza çıkan şahıslara yine de yol soruyoruz. En son karşımıza bir merdiven çıkıyor. Yokuş yukarı çıktığımızdan fazla efor sarf etmemek için adımlarımızı ağırdan atıyoruz. Merdivenlerin bitiminde caminin demir kapısı hemen karşımızda beliriyor. Bahçeye açılan bu kapının hemen sol tarafında yer alan bir saat kulesi var. Ziyaretçilere camiden evvel ilk olarak o “hoş geldiniz” diyor. 1566-73 yılları arasına tarihlenen bu kule, Osmanlıların bölgede inşa ettikleri ilk ve tek saat kulesi olarak hafızalara kazınmış. Üsküp’ün en önemli simgelerinden biri olan bu yapı, bahçesinde bulunduğu caminin halk arasında “Saatli Camii” olarak da anılmasına vesile olmuş.

1436’da inşa edilen Sultan Murad Camii kinlere, nefretlere, zelzelelere, beşerin hoyratlıklarına ve hepsinin ötesinde asırların erozyonuna direnerek ayakta kalmayı başarabilmiş Üsküp’ün en kadim camii. Şu anda bayrağı o taşıyor. Şehrin fethedildiği yıl olan 1392’den 1436’ya kadar ecdat başka camiler de inşa etmiş. Ama ne yazık ki artık onların hiçbiri ortada yok! Hatırlandığında ruhlara keder veren elim bir satır olarak mazi defterindeki yerlerini çoktan almışlar. Evliya Çelebi o meşhur eserinde kendi yaşadığı devirde yüz yirmi caminin varlığından bahsediyor. Bugün ise Üsküp’te kırk küsur cami ayakta olmasına rağmen bunlardan sadece yirmi bir tanesi beş vakit ibadette yüzünü kıbleye dönen imanlı yüreklerin secdegahı olarak hizmet veriyor.

Bu cami aynı zamanda Üsküp’ün yegâne selâtîn camii. Ayrıca caminin bu tepe üzerinde yapılmış olmasının da çok ilginç bir hikâyesi var. Birinci Kosova Meydan Muharebesi’nde şehit düşen Birinci Murad’ın iç organları Kosova sahrasında şehit düştüğü yere gömüldükten sonra mübarek na’şı Bursa’ya nakledilirken, cenazeyi götüren kafile bir gece burada konaklar. Naaş da kafileyle birlikte gece boyunca bu menzilde kalır. Şehit Sultan’ın torununun çocuğu olan İkinci Sultan Murad bu tarihi hatıraya hürmeten hem dedesinin hem de kendisinin adını taşıyan camiyi yıllar sonra aynı yerde inşa ettirir. Mabed ikinci Sultan Murad tarafından yine kendisiyle aynı adı taşıyan dedesi Birinci Sultan Murad’ın hatırasını yaşatmak üzere yaptırılmış. Şu durumda bu mabed adı Murad olan her iki padişahtan hangisine izâfe edilebilir? Bu cami adeta iki büyük Murad’ın hatırasını bestelediği için bu camiye İki Murad ya da Muradlar Camii demek daha doğru olur herhalde. O sebeple olsa gerek Üsküp halkı da bu camiden, önüne birinci veya ikinci takısını eklemeden sadece Sultan Murad Camii olarak bahsediyor.

Bahçeye adımınızı attığınız andan itibaren cami hendesesindeki intizam ve manasındaki ihtişam ile kucaklıyor sizi. Orijinal haliyle kubbeli bir mimariye sahip olan mekânın kubbesi 1963 depreminde yıkılmış. Şimdi sadece klasik bir çatıya sahip. Üsküp deprem kuşağında yer aldığı ve mekâna da yıllardan beri dokunulmadığı için caminin acilen restore ettirilmesi gerekiyor. On beşinci yüzyıldaki otantik yapısını koruyamamış olmasına rağmen, ne hendesesindeki tenasübü ne de manasındaki ihtişamı yitirmemiş. Sadece bir caminin avlusuna değil, eski zamanlardan kalan bir yapının ruhani iklimine girmiş gibi oluyorsunuz. Çünkü iki büyük sultanın, iki büyük cehd ve iman kahramanının izini taşıyor bu yapı… Sultan üş şüheda Muradı Hüdavendigar’ın ve onun torunu ve Fatih’in babası olan II. Murat’ın, yani Gazi Hünkâr’ın… Kısacası biri şehit, diğeri gazi olan iki büyük padişahın…

Karşınızda şehrin haşmet ve mahviyetle sizi selamlamakta olan en eski camii var. Bahçeye adımınızı atar atmaz manevi bir atmosferle kuşatılıyor ve adeta tarihin zaman tünelinde yürümeye başlıyorsunuz. Tarihe ve mekânın ruhuna aşina gönüllere çok şeyler fısıldıyor bu mabed! Çünkü ona sahip olduğu manayı bağışlayanlar I. Murat, Yıldırım Bayezid, II. Murat ve son asırda da nihayet Yahya Kemal! Büyük adamların bedenen terk ettiği, fakat ruhen asla ayrılmadıkları, sanki şehrin ve mabedin manevi nöbetini tutmak üzere ruhlarıyla aranızda gezindikleri bir mahalde dolaştığınızı hissediyorsunuz. Adeta bir büyük adamlar meşherinin içine giriyor, onların mihmandarlığında geziyorsunuz avluyu. Yerine göre kılıç, yerine göre kalemle cenk etmiş bu madde ve mana başbuğlarına karşı olan hürmet hissimiz bir kat daha artıyor bu tarihi mekânda. Ruhumuzun huzurla yıkandığını hissediyoruz. Ziyaretçilerinin gönlüne bu kadar büyük adamın ziyasını düşüren bir mabedin misafirlerine ikramı da tabiatıyla ferahlık, gönül aydınlığı ve umut oluyor.

Camiye vardığımızda üzülerek caminin açık olmadığını görüyoruz. Tecessüsümüzü giderebilmek adına pencereden içeriye doğru nazar ediyoruz. İkindi güneşinin camlardan süzülüp, duvarlara akseden mahzun akisleri sayesinde aydınlanan loş mekân taşmakta olan merak hissimizi bir nebze de olsa yatıştırmamıza fırsat veriyor. Çok kısıtlı bir imkânla gerçekleşen müşahede neticesinde içerisinin de, tıpkı dışarısı gibi kadim ve görülmeye değer bir keyfiyetle dolu olduğunu keşfediyoruz.

Cami beş vakit açık olmasına rağmen, namaz vakti olmadığı ve bizim de kısıtlı olan zamanımız daha uzun bir süre kalmaya imkân tanımadığı için, caminin içine giremiyoruz. Sadece caminin kapısından değil, içine girdiğimiz takdirde bizi kuşatacak olan daha derin manaların da eşiğinden dönmenin burukluğu içerisinde Sultan Murad Camii’nden ayrılıyoruz. Bu adeta tarihin kapısına kadar gelmiş olmamıza rağmen, cedlerin mağfiret iklimine girememiş olmanın hüznünü bırakıyor yüreğimize… Demek ki bu gezintiden gönlümüzün hissesine düşecek olan miras, sadece muhabbet, huzur ve zevki selim değil, bir parça da hasret ve hüzün. Bu duygu mabedin ve sinesinde yaşadığı toprakların kaderiyle de örtüşüyor. Zaten sair zamanlarda bile bu coğrafyaları düşündüğümüzde gurur, heyecan ve zevki selimimize refakat eden duygu bir nebze de olsa hasret ve hüzün değil mi?

Bu mabed gönlümüze Yahya Kemal’le dost ve çağdaş olan bir başka şairin daha hüzün ve tefekkürünü düşürüyor. Ahmet Haşim “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz” demişti. Mabedin ihsanı olan huzuru teneffüs edip, lahuti havayı içimize çekerken melâlin ne olduğunu da ayn-el-yakîn olarak öğrenmenin daha doğrusu hissetmenin manevi zevkine varıyoruz. Ruhuna aşina olduğum ve manasını bu kadar net heceleyebildiğim bir başka mekânın olduğunu hatırlamıyorum. İsa Bey Camii de insana bir takım duygular tedai ettiriyor. Fakat Sultan Murad Camii’nde onda olmayan bir vakar, bir mahviyet ve apayrı bir derinlik duygusu var.

Mevcut yönetimin Türk-İslam eserlerine karşı gösterdiği ilgisizlik ve husumete karşı o, bayrağı yıkılana kadar taşımaya ahdetmiş bir uçbeyi gibi vakar ve sükûnet içinde direnmeye devam ediyor. İşte o zaman bozgunda fetih rüyası görmenin ne demek olduğunu ve şaire,

“Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,

Rü’yâma girdi her gece bir fatihâne zan”

dedirten duygunun nasıl bir duygu olduğunu, en bedbaht demlerde bile insana nasıl bir şahlanış azmi aşıladığını daha iyi idrak ediyoruz. Ayrıca, şairin caminin bahçesinde geçen çocukluğunun onun tefekkür ve sanatına olan katkısını, hassasiyetlerinin ve milli hissiyatının şekillenmesindeki tesirini de görmüş oluyoruz.

Kültürümüzde bozgunda fetih rüyası gören sadece Yahya Kemal de değildir. Fazla bilinmese de son bir asırlık içtimai hayatımız o rüyaya gönül verenlerin ve o rüyayı uyurken değil de, uyanıkken görenlerin hasretleriyle doludur. O rüya, törenin adalet düsturuna ve Türkün cihân hâkimiyeti mefkûresine inanmış münevverimizin ortak hareket noktasıdır.

Şahsen tanıyamadığım, ancak kaleminde billurlaşanlar ve kendisini tanıyanlar yoluyla tanımak bahtına eriştiğim yüce gönüllü sultan Samiha Ayverdi Hanımefendi hayatı boyunca o rüyaya gönül verenlerin en ön safında yer almıştır. Yıllar önce dinlediğim ona ait bir hatırayı* burada nakletmek bizim için ödenmesi gereken bir gönül borcudur. Can kuşunu uçurmadan bir yıl kadar önce, bu ezel ve ebed sevdalısı insan birkaç seveniyle birlikte bir arabaya atlar ve hep birlikte Çatalca’ya doğru yola çıkarlar. Şoför koltuğunda manevi evlatlarından olan Tuncer Türkkan Bey, onun yanındaki koltukta ise kendileri oturmaktadır. Araba otobanda sessizce ilerlerken, abide insan Tuncer Bey’e döner ve yol kenarındaki tabelalara işaret ederek, der ki; “Evladım Tuncer! Şu tabelaların üzerinde yazanları görüyor musun?” Tabelaların üzerinde “Tekirdağ, Kırıkkale, Edirne” gibi vilayetlerimizin isimleri yazmaktadır. Arabadakiler, ağzından dökülen her söz bir mavera esintisi olan bu ulu çınarın ne demek istediğini merak ederler. Gönül ikliminin sultanı açtığı parantezi kapatır: “Bir gün gelecek, onların üzerinde Selânik, Üsküp, Saraybosna yazacak”

Acaba bu söz, veli-meşrep bir şahsiyetin ağzından dökülen bir keramet midir, yoksa ömür sermayesini vatan ve millet mesaisinde tüketmiş bir mürşidenin fazilet ve bilgelikle dokunmuş feraseti mi? O, bizim malumumuz değil! Ama muhakkak ki, bu sözde bir müjde gizlidir. Yarınların, bugünlerden daha güzel ve aydınlık olacağına yönelik bir müjde. Vatan annenin yüreğinden kopan bu müjde hangi surette tecelli eder, bilinmez ama bu sözlerde muhakkak ki, bu coğrafyadaki mevcudiyetimizin bekasına işaret vardır. En az iki asırdan beri hırslı ve hummalı bir faaliyet ile ehli salip ve şürekâsı tarafından yok edilmeye çalışılan asil Türk ruhunun efsanevi Zümrüdü Anka kuşu misali küllerinden bile olsa yeniden doğacağına dönük bir işarettir bu.

Münevver toplumun üzerine zifiri karanlık çöktüğü anda bile, çevresindekilere umut aşılamakla vazifelidir. Çünkü karanlığın en koyu olduğu dem, şafağın sökmek üzere olduğu andır. Onun görevi hayal kırıklıklarını ve umutsuzlukları kamçılamak değil, insanı daha hayatta iken yaşayan bir ölü haline getiren o menfi duyguların üzerine ölü toprağı serpmektir. Gerçek münevver tarih ve kültür değirmeninde öğütüp, yok ettiği hayal kırıklıklarının, umutsuzlukların yerine yüreğindeki kor ateşten cemiyetin gönlüne bir ümit şulesi düşürebilen insandır. Hakiki aydın, bozgunda bile fetih rüyası görebilen ve gösterebilen şahsiyettir.

Vaktimiz dar, yolumuz uzun olduğu için caminin minaresinden yükselen bir “Allâhu Ekber” sedasını bile işitemeden bahçe kapısına doğru yöneliyoruz. Gözümüzle görüp, gönlümüzle sevdiğimiz, fakat yeterli zamanımız olmadığı için gölgesinde ruhumuzu yeterince dinlendiremediğimiz bu mekâna, tekrar avdet etmenin arzu ve iştiyakı içerisinde dönüp, son bir defa daha bakıyoruz. İsteksiz bir vedanın ardından yüreğimizin bir köşesini oraya gömerek, huşu içerisinde yola revan oluyoruz.

Vuslatın bu kadar kısa sürmesi haliyle bizi üzüyor. O anki hissiyatımıza en güzel şekilde tercüman olan Yahya Kemal’in dizeleri yetişiyor hemen imdadımıza:

“Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!

Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.””

Firkatin elemine ve artık ancak gönüllerde yaşayan vuslatın heyecan ve şevkine gönderme yapan bu dizeler, kaybolan coğrafyaları düşündüğümüzde yaşamakta olduğumuz toplumsal dramı hatırlatıyor bizlere. Şairin daha henüz hayatı şafaklandıran çağa girmeden ayrıldığı topraklar için yazdığı bu şiir belki de asırlar boyu ikiz kardeş gibi koyun koyuna yaşamış Anadolu ile Rumeli’nin hasret türküsünü üflüyor gamlı yüreklere…

 

*1996 senesinde bu hatırayı Kütahya’da Samiha Anne’nin manevi evlatlarından olan Tuncer Türkkan Beyefendi’den dinlemiştim. Kendisi bu hatırayı naklettikten sonra, bana “Sen şimdilik bunu kafanın bir köşesine at!” demişti. Ben de öyle yaptım. On sekiz yıl sonra bu yazıyı kaleme alırken, vaktinin geldiğini düşündüğüm için burada paylaştım. Kendilerine en kalbi teşekkürlerimi sunarım.